RSS

30 Ağustos 2012 Perşembe

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / ŞİİRE ÇALIŞMAK





ŞİİRE ÇALIŞMAK



Paris’te çıkan sanat dergilerinden biri bir ara, genç şairlere sütunlarını açmıştı. Her hafta dergiye gelen şiirlerden en çok beğenilen beş tanesi yayımlanıyor, derginin tanınmış yazarlarından biri bu şiirleri eleştiriyordu. Tecrübeli yazar genç şairlerden birisini başarılı şiiri için kutladıktan sonra yazısını şöyle bitiriyordu:

“Henüz on yedi yaşında olan genç şairimizin, şiirleri üstünde daha çok çalışmasını dileriz.”

Şiirinin önemli bir dergide yayımlanmasına sevinen genç şair, tecrübeli yazara teşekkürler ediyor ve tatlı tatlı soruyordu:

«Ben çalışmaktan hoşlanan bir kimseyim. Hele çok sevdiğim şiir üstüne çalışmak benim için sonsuz bir keyif olacaktır. Fakat Allah rızası için söyleyin bana; insan bir şiire nasıl çalışır?»



Tecrübeli yazarın bu soruya verdiği cevap, genç şairi doyuracak yollu değildi, ama candandı. Hemen hemen şuna benzer bir şeyler söylüyordu:

«Şiirinize nasıl çalışacağınızı, ancak siz kestirebilirsiniz. Şiirinizin olgunlaşması için hangi yollara başvuracağınızı sizden başka hiç kimse seçemez? Bunu da ancak çok büyük bir çalışma ile elde edebileceksiniz. Bu çalışmanın nerede başlayıp nerelere kadar uzayacağını, hangi eserlere, hangi olaylara açılıp hangilerine kapanacağınızı yalnız ve yalnız kendiniz bulacaksınız.»

İlk bakışta gayet sudan görünen bu öğüt, aradan en az on beş yıl geçtiği halde takıldı kaldı kafamda.

«Sanat mı yapmak istiyorsun? Büyük sanatkâr mı olmak istiyorsun? Çalışacaksın, çalışacaksın, çalışacak oğlu çalışacaksın. Nasıl mı çalışacaksın? Eh orasını bilseydim!..»



Öyle ya! Orasını bir bilen olsaydı topyekûn sanatkâr olur çıkardık. Çekerdik cefayı, sürerdik safayı! Büyük ölçüde sanat adamı olmak için akla, hayale gelmez sıkıntılara katlanmak çoğumuz için keyif olurdu.

Bir gün birisi çıksa da bize;

“On yıl sabahtan akşama kadar, Kayışdağı’ndan şehre sırtında taş taşıyacaksın, ama sonunda sanat turnasını da gözünden vuracaksın!” dese ve bunu sağlama bağlasa, alimallah Kayışdağı’nı olduğu gibi şehre taşırdık. Sanat adamının gözünü yıldıran ne alın teridir, ne de yıpratıcı emek. Sanat adamını tüketen bitiren, helâk eden her zaman şu olmuştur:

“Acaba tuttuğum yol doğru mu? Çalışmasına ırgatlar gibi çalışıyorum, seve seve çalışıyorum ama bu çalışmalarım boşa giderse!..”

Sanat çalışmalarında tuttuğumuz yol öyle bir yol olacak ki, oradan yalnız kendimiz geçebileceğiz! Beni mükemmele, en üstüne, hiç bir zaman eskimeyecek olana götüren yol, seni Allah’ın belası bir çıkmaza sürükleyebilir. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olacak, her gönülde bir aslan yatacak, her horoz kendi çöplüğünde ötecek ve en korkuncu: Her koyun kendi bacağından asılacak.


Çağımıza yeni resmin kapılarından birisini açan meşhur Fransız ressamı Gauguin

«Ne yaparsanız yapın, yeter ki akıllıca olsun!” demiş çıkmış işin içinden.

Peki ya okullar, akademiler, fakülteler, atölyeler, bütün bunlar sanat adamlarına yol göstermezler de ne yaparlar?

Ya o dillere destan usta, çırak geleneği? Usta çırağa yol göstermezse ustalığı nerede kalır? Vallahi benim bildiğim, ustanın iyisi yol gösteren değil, sevmeyi öğretendir.

Ustanın iyisi yüreğinin kapılarını sonuna kadar açıp sevgisini yağma edendir.

Ustanın iyisi çırağa sanat değil, zenaat gösterendir. Zenaat bellenir, belletilir, ama sanat sadece sevdirilir.

Günümüzün ressamlarının çoğunu nakış yoluna çeken özelliği burada arayınız. Nakış yolunda zenaat, tezgâh yüzde yüz ağır basar. Yürüyenin ayağının altına sağlam bir yol serilir. Gözle tadılan sanatların en az yarısı zenaate bağlıdır. Peki ya şiir sanatının kaçta kaçı zenaattır? Şiirin de kendine göre bir tezgâhı yok mudur? Yahya Kemal’i yakından tanıyanlar onu birkaç ay görmediler mi şöyle sorarlardı:

“Üstadım tezgâhta yeni bir şeyler var mı?» Üstat çoğu zaman şöyle cevap verirdi:

“Nerede!.. Hep o bildikleriniz. Bir türlü bağlayamadım size en son okuduğumu. Bakın son beyti nasıl değiştirdim.»

Bir ele bakardınız, sizin özene bezene ezberlediğiniz mısralardan birisi tepetaklak olmuş. Üstat, o mısraı ezberlediğinizden emin sorardı:

«Nasıldı size iki ay önce okuduğum?»

Siz mısraı bülbül gibi söyleyince üstat yeniden tasalanırdı:

«Vay canına! Galiba eski hali daha güzeldi! Dur bakalım. Biraz daha dursun tezgâhta ... »

Yahya Kemal, şiirini en sevdiklerine bile yazdırmazdı. En çok coştuğu meclislerde, en keyifli saatlerinde, dostları
-güya hiç belli etmeden!- masanın altında bazı şiirlerini yazmaya yeltenince hemen farkına varır,

«Bırak elinden o kalemi, dinle!» derdi. Şiirlerini lise öğrencilerinden tutun, kendinden yaşlı başlı kimselere kadar okur, onlardaki tepkileri inceler, şiirin dilden dile, kulaktan kulağa gidip gelirken nereleri kalıyor, nereleri aşınıyor mimlerdi.

Daha hiçbir dergide yayımlanmadan birçok şiirleri bütün yurdu döner dolaşır; günlerden bir gün birisinin dudağında Park Otele gelirdi. Bu uzun yolculuktan bir tek kelimesi aksamadan dönen şiirleri okşarcasına dinler, ötesi berisi kırılıp dökülenler olursa, kızmaz, onları tekrar tezgâha sokardı.

Bu çalışmada, “Nereden inceyse oradan kopsun!» ölçüsü ağır basıyordu.

Kulaktan kulağa, dilden dile kurulan bu tezgâh eşine az rastlanır, bir sabır ve sevgi ile örüşmüşse de şiiri dergi sayfalarından önce şiir seven kulaklara fısıldamak, onun yaşama gücünü ölçmek, tezgâh olmasına tezgâh, zenaat olmasına zenaattı. Ama bu tezgâhı, bu zenaati büyük sanat kılan onun bir tek kişilik olması, tepesinden tırnağına kadar kişilikle damgalanmış olması idi.



Delifişek’ten

Hiç yorum yok: