RSS

30 Ağustos 2012 Perşembe

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / ŞİİR BALI

ŞİİR BALI


Acaba başka milletler de bizim kadar şiir severler mi diye düşünürken tanıdığım, okuduğum, duyduğum şairlerimizi şöyle boy sırasıyla gözümün önüne getiriyorum. Köylüsünden padişahına, cumhurreisinden ilkokul öğrencisine kadar her basamağında, boy boy şair dizili bir millet. Anadolu’nun ortasında bir köye gidersiniz ne bir tutam kırmızı kiremidi vardır, ne bir yudum durulmuş suyu. Ne okulu, ne camii. Ne yolu ne izi. Kuş uçmaz kervan geçmez, toprak damlı, çamur sıvalı, çamur badanalı bir eve girersiniz. Cam çerçeve, kapı pencere hak getire. Basbayağı bir in. Tavanda bir delikten bulaşık suyu gibi bir ışık sızar. Ortaçağdan kalma bir ocak. Ocağın üstünde gene o çağdan bir küçük kazan. İki üç tahta kaşık, köşede yastıksız yorgansız bir kilim döşek. Bütün konforu yukarıda dizili ve alınyazısı Makal’ın kitabında yazılı olan bu evin sahibi ile hoşbeş edersiniz, size kanı kaynadı mı gitgide açılır, Bir parça eşelerseniz bu ortaçağ kulübesinin toprağından nur topu gibi bir avuç şiirdir fışkırır.


Bu kuş uçmaz kervan geçmez garip yuvaya bu şiir nerden gelir konar?

“Toprağın mayasında var» diyeceksiniz, ama öyle değil. Anadolu’nun ortasında rastladığınız şiir gözesinin tam benzerini Edirne’nin bir köyünde de bulmak mümkündür. Demek kuşların, kervanların ulaşamadığı bu köye adına şiir denen delifişek çoktan ulaşıp yerleşmiştir.

Nesir denen, doğru dürüst, düpedüz yazma biçimi henüz en büyük vilayetlerimize kadar ulaşmamış iken, nasıl olmuş da nesrin ağababası olması gereken şiir, en yoksul köylerimize kadar işlemiş?

Ne tuhaf değil mi? Bizde şiir sanki nesrin güdük kalması pahasına, gelişmiş.

Başka milletlerde şiirle nesir atbaşı giderken, bizde şiir alıp başını çekip gitmiş. Nesir de “Evvela mahsus selam eder hatırı şeriflerinizi sual eylerim” klişesinde saplanıp kalmış. Ara sıra inci gibi mısralar döktüren saz şairlerinden birisine köyde olup bitenleri düpedüz konuşma diliyle yazmasını söylerseniz şaşırır kalır. Sanki ona tutup,

“Bırak şu sazı da aynı türküyü bir de viyolonsel ile çal!” demişsiniz gibi tuhaf tuhaf yüzünüze bakar.

Başka milletler nesir pekmeziyle yetişip ara sıra şiir balına uzanırlarken biz pekmeze boş verip hep şiir balına uzanmışız.

Bizim çocukluğumuzda duyduğumuz masallara yer yer şiirler ve türküler karışırdı. Türküler nesrin sıfırı tükettiği, nefesi kesildiği yerde değil, olmayacak bir yerde karşımıza çıkardı... Aradan otuz kırk yıl geçtikten sonra masalın kuruluşunu topyekûn unuttuğumuz halde, bu türküleri dün duymuş gibi hatırlamamıza ne buyrulur? Yoksa bizi, milletçe şiire kulak kabartan şiirin kendisi değil de, onu kanatları üstünde taşıyan türküler midir? Öyle ya? Edirne’nin köylerinde doğan şiiri, Sivas yaylalarına kadar götüren kuvvet, müzik değil de nedir? Bundan yüz sene evvel hangi radyo, hangi matbaa, hangi kitap bu işi görmüş olabilirdi?


Şimdi köylerimize kadar ulaşan şiiri saz şairlerinden değil de kitaplardan öğreniyoruz. Sel gider kum kalır misali, türküler gidiyor, şiirler kalıyor. Sazın, müziğin büyüsünden yakayı kurtaran şiir sahici ise kendi başına yaşayabiliyor.

Ulu, ulu kervan geçmiş yollar gibi inilerim,


Yahut:

Bir berat gecesi tutuldu dilim
Silaha bıçağa varmadı elim


Bir başka:

Tamzara çayır çiçek
Orak getirin biçek
Efendimi vurdular
Yavruları küçücek

Bir tane daha:

Yaylanın çimeninde peri bağırır peri
Kar yağdı da kapattı seviştiğimiz yeri


Ya bu:

Sen bir bahçıvan ol ben bir gül olam
Uzat ak ellerin der beni beni
.

Benim daha yüzlercesini, erbâbının binlercesini birbiri arkasından sıralayabileceğimiz bu beyitler, türküden çıktı mı, hiç de denizden çıkmış balığa dönmüyorlar. Hatta bazıları sazın cilvesinden kurtuldu mu, daha geniş bir şiir nefesi alıyor.

Biz köy türkülerindeki şiir balını otuz yaşına geldikten sonra tadabildik. Bize ortamektep lise sıralarında şiir balından, keçi boynuzu kadar nasip almamış manzumeler öğrettiler.

Karlar ki semâdan düşer düşer ağlar

Yahut:

Bana bak hişş. Sakın kaçup gitme
O kedernak o sakitane duruş
Dokundu rikkatime

Yahut:

- Sumru!.. Na cehennemi nezâret
- Mazur ola ettiği cesaret

Ve benzeri manzumelerde şiir balı tadacağız diye yıllarca yalandık durduk. Ne kadar geç olursa olsun sonunda köy türkülerindeki şiir balı imdadımıza yetişmese vitaminsiz kalmış çocuklar gibi çarpılacaktık!...

Şiire milletçe düşkün oluşumuzun sebeplerini araştırırken kafiye merakımıza takıldım. Şiir sevenlerimizin yarısından çoğu kafiye uğruna bağlanıyorlar şiire. Bazen dolgun, bazen kıçı kırık birkaç kafiye hatırı için bir araba saçma sapan lafı şiir diye bellediğimiz oluyor.

Bir baba hindi
Olaydı şimdi


sözünde bir stadyum dolusu kalabalığı coşturan kafiye değil de nedir? Ya,

Ver leftere yaz deftere

sözünde defterin leftere ettiği iyilik yabana atılır mı?

Âkif,

“Bir hilâl uğruna yarap ne güneşler batıyor” buyurmuş. Ya bir kafiye uğruna batan şiirler, doğan şiirler.

Hele şu herkesin dilinde dolaşan atasözlerini bir yoklayın bakalım. Eğer yüzde doksan dokuzu bir kâfiyeye sığınmamışsa, ne isterseniz deyin!..

Niçin kafiyeye bu kadar düşkünüz? Herhalde bize bu oyunu önce müzik sevgisi oynuyor. Kafiyelerin, “dan dini dan dan çekilin yoldan”ı hoşumuza gidiyor. Bu bir. Hafızalarımız çok zayıf, iki. Kafiyelere dayanan sözde hecelerin üst üste durması kafamızda daha iyi yer ediyor. Kafiyeli sözü daha çabuk belliyor, daha geç unutuyoruz. Şiir balında muhakkak kafiyenin de tadı var. Ama balın içindeki mum kadar.

/…/



Delifişek
’ten

Hiç yorum yok: