RSS

2 Eylül 2012 Pazar

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / ÂŞIK VEYSEL'E SELÂM













ÂŞIK VEYSEL'E SELÂM




İki gözünde iki zindan
On parmağında on çeşme nur
Yüreği yanmış tutuşmuş
Sivastan bir âşık gelir.

Kara diken tırmalama yüzünü
Deli poyraz köstekleme hızını
Dağlar taşlar incitmeyin dizini
Yedisinde kaybetmiş iki gözünü
Sivastan Âşık Veysel gelir.

Sekizinde düzenlemiş sazım
Dokuzunda düşmüş garip yollara
Sazına banmış sözünü
Acısını, sızısını ekmeğine katık etmiş
Pençe vurup sarı teli inletmiş
Dağlar çiçek .açmış Veysel dert açmış
Elinde sazı var dut dalından.
Bir kara gün dostu tutmuş elinden
Dağlar taşlar hoşnut kalmış dilinden
Yol verin ağalar yol verin beyler
Bu gelene Veysel derler.

Saz petek misali, söz de bir arı
Beraber uğraşıp yapmışlar balı
Veysel bu sırra mazhar olmuş
İki sanat bir gönülde birleşmiş
Samanlık seyran olmuş.

Ama sadece sanat sevgisi mi dersin
Veyseli Veysel eden?
Usta olmak yeter mi dersin sazıaı sapma kadar?
İşin içinde zokayı yemek var!
Yedisinde kaybetmese iki gözü
Ne tadı kalırdı şu beytin ne tuzu:
Kuş olsaydın kurtulmazdın elimden
Eğer görse idim göz ile seni...



Eskiden üzümü yer bağını sormazdık. Ama üzümün bu çeşidinden öyle acayip dertlere duçar olduk ki dilimiz yandı. Bugün sanat pazarında satılan üzümün yalnız bağını değil, bahçıvanını, onun da gelmişini geçmişini hatta geleceğini merak ediyoruz. Bundan yirmi beş sene evvel mektepde bize bir sürü şiir ezberletmişlerdi. Bu üzümlerin hangi bağlardan geldiğini incelemek o zamanlar bize düşmezdi. Gel zaman git zaman bu acayip meyveleri yetiştiren bağları tanıdık. Meğer bize üzüm diye yedirdikleri yüzünüze güller kabak çekirdeği değil miymiş?..

Üzümü yeyip bağını sormadıkça, sanat eserinin yanı başında insanı aramadıkça, daha sittin sene Yunus'un mezarına bir top çiçek, Karacaoğlan'a bir demet gül, Köroğlu'na bir merhaba sunmak hiç birimize nasip olmayacak.

Aşık Veysel'i yakından tanıdığım zaman telaş içindeydim. Delicesine sevdiğim isimsiz, sahipsiz köy türkülerimizden birinin adamını bulmuştum. Ona bakarak öteki sevgili türkülerin insanları hakkında bir fikir edindim. Veysel her şeyden önce sahici idi, yani: "Yedisinde kaybettim gözümü" derken gözden kasdettiği sevgili yahut ona benzer bir şey değil, adıyla sanıyla kendi gözleriydi.

Ünlü bir şairimiz çıkmış, içerisinde gerçeğin zerresine rastlanmayan yüzlerce kitap karıştırdıktan sonra şöyle korkunç bir hükme varmış:

"Aldanma ki şair sözü elbette yalandır."

Aldanmanın acayip (ki sine, (elbette) nin yersizliğine rağmen şiirimiz bu hükmü giymiş, kimse kalkıp da; sıktı yahut bol geldi dememiş.

Gerçeği daha iyi belirtebilmek için harekete geçen tasarlama gücüne can kurban, ama bugünkü anlamıyla dalga geçmenin bir başka türlüsü olan hayal etmek, hayal âlemine dalmaktan illâllah... Sözün burasında bir bilirkişi çıkar der ki:

- Peki ama dereyi görmeden paçayı sıvamasını bilenlere, denizi görmeden en güzel deniz şiirini yazan Rimbaud'lara ne buyurulur? Cevap:

- Hay yazmaz olaydı ... Bu şiir yüzünden az çekmedik ... Ömründe muz yememiş olanlar muzdan, köpek yüzü görmeyenler kuduzdan bahsettiler. Hem o deniz şiirinin adını değiştir de hafakan olmadı, sayıklama yap, bak hiç oralı olacak mı? Deniz deyince benim aklıma Rimbaud'nun denizi değil, Halikarnas Balıkçı'sının sahici denizi geliyor, bir de Mobidyk: Melville'in beyaz balinası. Mobidyk ...

Kusura bakma Aşık Veysel, bak gene nereden kalktık, nereye geldik. Şunu söylemek istiyordum: Hayal meyalden bıkmış, sahiciye susamışız. Senin şiirini sadece güzel olduğu için değil, gerçek olduğu için seviyoruz. Bilirkişi durur mu? bak ne diyor:

- Daha demin muz görmeden, muzdan, deniz görmeden, denizden bahsedenlere veriştirdiniz. Şimdi de bize 7 yaşından beri dünyamızı göremeyen bir şairin görüş kuvvetinden, gerçek kudretinden dem vuruyorsunuz. Nasıl oluyor da Veysel'in görmediği şeylerden bahsetmesine katlanıyor, üstelik onlara sahici diyebiliyorsunuz?

İğnesini şairimizin en zayıf tarafına sapladığım sanan bilirkişiye evvela şu mısraı tekrarlardık:

Kuş olsaydın kurtulamazdın elimden
Eğer görseydim göz ile seni

Eğer bunun tadını çıkaramazsa kusura bakmasın, arkasından belâlı bir ata sözü geliyor, şöyle ki:

Eğer bakmakla olsaydı it kasap olurdu.

Bakmakla, görmek, görmekle, duymak arasındaki ufak tefek farkları bu kadar zalimce açıklayan söz az bulunur.

Âşık Veysel'in şiirini tadarken onda sazın aldığı yeri düşündüm. Bizim çeşitli kâğıtlar üstüne on binlerce basılan şiirlerimiz hâlâ köylerimize kadar ulaşmazken, onun mısralarını köyden bize uçurup getiren kuvvetin adı sazdı. Köy kahvesinin dört duvarı arasında eriyip gitmeye mahkûm olan şiir bir kere sazın sırtına binmeye görsün, soluğu memleketin öteki ucunda alıyor.

Bir tek sanat vardır; o da müziktir, diyenlerin kulakları çınlasın... Veysel'in elindeki dut dalından yapıldığını öğrendiğimiz saz olmasaydı onun şiirini bize kim ulaştıracaktı? Veysel'in şahsında biz üç değerli sanatkârı bir çırpı da selâmlıyoruz:

Şair Veysel bir, besteleyen Veysel iki, saz çalan Veysel üç.

Herkesin bildiği bu Veysellere onu yakından tanıyanların ilâve ettikleri bir Veysel daha var ki ötekilerden hiç de aşağı kalmaz: Güzel konuşan Veysel.

Fıkralarını öyle yerinde kondurur, öyle biçimine getirir ki değme keyfine, işte bir tanesi:

Veysel büyük şehirlerden birinde bir bilirkişiye misafir olur. Bu zat ona izzeti ikram eder, buna karşılık da Âşıktan birçok türkü derler, notlar alır, ayrılırken ileride yolu düşerse muhakkak gene kendisine uğramasını sıkı sıkı tembih eder.

Aradan bir sene geçer, Veysel'in şehre işi düşünce “bilirkişiye bir uğrayalım” der. Âşığı misafir odasında saatlerce bekletirler, “ha geldi-ha gelecek” derken bilirkişi kendi işlerine dalar, Veysel’i unutur gider. Bize saatlerce boşuboşuna beklemenin sıkıntısını anlattı, dayanamadık:

- Peki ama geçen sene sana bu kadar itibar etmişti, nasıl oluyor da bu sefer böyle boş verdi? Deyince... “Niye mi? Bakın size bir hikâye anlatayım” dedi: Bir padişahın eline dünyanın en kocaman zümrüdü geçmiş, ama kusurlu. İçinde bir kıl varmış. Bu kıl yüzünden zümrüt sahici değerini bulamamış. Bütün kuyumculara danışmışlar, nafile. Zümrüdü hırpalamadan kılın çıkarılması imkânsız. Derken bir küçük kara böcek peyda olmuş, böcek dili ile demiş ki:

“Eğer beni kırk gün kırk gece bu zümrüt1e karanlık bir odada yalnız bırakırsanız onu hiç incitmeden, yağdan kıl çeker gibi o kılı çeker çıkarırım.”

Kabul etmişler, böcekle zümrüdü bir kutuya kapatıp mahzene atmışlar. Kırk gün sonra açmışlar, bakımışlar ki kıl olduğu gibi zümrüdün içinde duruyor. Gazaba gelmişler:

- Bre mendebur kara böcek, sen bizimle alay mı edersin, demişler, böcek hiç oralı olmamış, sadece:

- Ben alacağımı aldım, siz de başınızın çaresine bakın, demiş ve havalanmış. Bir de bakmışlar ki kara böceğin kuyruk sokumunda bir pırıltıdır gidiyor. Meğer kara böcek ateşböcekliğine terfi etmiş, zümrüdün kılını değil, parıltısını emmiş.

Serde ressamlık olduğu için Veyselle konuşurken dönüp dolaşıp bahsi renklere döktük: “Ekmeğin rengini hatırlıyor musun âşık” dedim, hayır dedi.

“Tuzun rengini?” Hayır, dedi

“İneklerin, mandaların, öküzün?” Hayır, dedi.

“Dağların taşların, böceklerin, kuşların rengini?” Hayal meyal, dedi.

“Toprağın rengini?” Hayır, dedi.

“Kanın rengini” deyince biraz düşündü: “Hatırlıyorum” dedi... “Altı yaşında vardım, babamın kafa kağıdında kırmızı mürekkeple yazılmış bir satır yazı vardı, kan o renkte idi.”


Biz Veysel’le konuşurken radyoda gayet mülayim bir sesle: “Çeşmanı o mehveşin elâdır şarkısı” başladı. Veysel'e tekrarladım:

“Çeşmânı o mehveşin elâ imiş. Âşık sen ne dersin?”

Veysel dikkatle doğruldu: “Bir şey mi buyurdunuz?” dedi.

Sonra elbirliği ile mehveşin çeşmanını inceledik. Çeşmenin hatırı için çeşmani sineye çektik ama şu kör olası mahveşi allem ettik, kallem ettik, bir türlü bir şeye benzetemedik.


TEZEK / B.R.Eyuboğlu / Bilgi Yayınevi / 1975

Hiç yorum yok: