RSS

2 Eylül 2012 Pazar

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU













FOSFORLU CEVRİYE...
YAHUT SANATLAR ELELE VERİNCE


Karakolda ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir Cevriye'm
Sende kara sevda var

Denizlerin kumuyum
Balıkların puluyum
Kıyma bana Cevriye'm
Ben de Allah kuluyum

Köprü altı iskele
Gidiyorum askere
Üç gün değil üç ay değil Cevriye'm
Nasıl geçer üç sene



Geçen yaz bir türkü ile beraber seyahate çıktık!.. Türkü Galata’dan bizimle aynı vapura bindi. Marmara’yı geçerken bütün vapura sirayet etti. Onun ilk iskeleye nasıl atladığını, ötekilere nasıl sıçradığını gözlerimle gördüm.


İzmir’e vardık ki ne görelim! İskelede bir hamalın dudaklarının arasında. Bir şoförün ıslığında, «Fosforlu Cevriyem»!.

O bizden önce İzmir’ e varmış! Çeşme plajına gidelim dedik, o daha evvel davrandı, şoförün yanına yerleşti. Dört beş saat muhtelif seslerden onu dinledik. Çeşmede aynı sirayet. Hey Allahım! Hangi taşı kaldırsam aıtından Fosforlum çıkıyor.

Karakolda ayna var ayna var
Kız kolunda damga var.


İzmir’den Bursa’ya, Bursa’dan kazalara, köylere geçtim. Türkü akılları durduracak bir soğukkanlılıkla, köyden köye, kasabadan kasabaya akıp gidiyordu.

Onu bazı yerlerde tanınmayacak kıyafetlerde gördüm. Kelimeleri altüst olmuş. Araya olmayacak mısralar karışmış. Bestesine bambaşka sesler yerleşmiş, kafiyeleri perişan, fakat fosforlu olmasına fosforlu!

İlk önce bu müthiş sirayet kudretinin sırrını fosfor kelimesinde aramak lâzım, diye düşündüm. Öyle ya, bu kelime türküye bir çeşni veriyor. Fosforlu saat bu kelimeyi dilimizin köşesine bucağına kadar götürmüş, yerleştirmiş. Kelimeyi dişimize vurmuşuz, beğenmişiz, saklamışız. Benimsemişiz amma saatin sayesinde. Saatinden ayrı düşmüş bir fosfor kelimesi ancak mektep kitaplarında barınabilirdi.

Fakat nasıl olmuş da kelime bu türküye babasının evi gibi yerleşmiş, ona adını ve tadını vermiş? Evet, bazı kelimelerde muhakkak bir sıçrama, bir dilden dile kolayca kayma hassası var. Fakat yalnız başına bir tek kelimecik ne iş görebilir?

Bir tek kelimenin yalnız başına bir haftada Türkiye’yi dolaşmak haddine mi düşmüş?Kerâmet ne fosforda, ne Cevriye’de, ne de Fosforlu Cevriye’de. Kerâmet; ne güftede, ne bestede. Kerâmet; iki sanatın elele vermesinde.


*



“Fosforlum” türküsünün güftesinde, halk türkülerinden derme çatma beyitler var, beste de öyle. O da yalnız başına kendisini koruyamayacak kadar cılız bir şey. Bunlardan herhangi birisi tek başına kalsa Anadolu’yu dolaşması şöyle dursun, bir evden başka bir eve atlayamazdı.

Yani, ne bu güftedeki şiirde böyle bir yürek, ne de bu bestede bu kadar uzun bir nefes var.

Fakat bu iki mütevazı mahlûk bir türkü çatısı altında gelin güvey olmuşlar, onlar ermişler muratlarına. Hem öyle ermişler ki, gelin güveyden daha ileri gitmişler, bir tek vücut olmuşlar.

Yalnız başlarına yaşamağa hiç de takatları olmadığı halde birleştikleri zaman yepyeni bir hayatiyete kavuşmuşlar.

Beş on gün günde memleketimizin henüz gazete yüzü görmeyen köylerine kadar işleyebilmek, bu kadar büyük bir kolaylıkla dağılmak, yayılmak! Böyle bir seyahati hangi sanat eseri, hangi sanatkâr arzu etmez?

Hakiki sanat eseri yaşamağa, uzun ömre, büyük kalabalığa er geç ulaşmağa mahkûmdur. Fakat büyük kalabalığa varana kadar sanat eserinin başına gelenler pişmiş tavuğun başına bile gelmemiştir!

Hele mezkûr şaheser kardeş sanatlardan bir veya birkaç tanesinin yardımına mazhar olmamış ise onun, henüz ışığı bize kadar gelmemiş olan yıldızlara benzediğinin resmidir!..

Hiçbir memlekette, hiçbir devirde bir sanat yalnız başına sivrilmemiştir. Kardeş sanatlardan birisiyle yüzde yüz anlaşmadıkça, onlardan birisi içerisinde erimedikçe; bir sanat eseri yaşamak hakkından mahrumdur, kısır kalmağa mahkumdur.

Bu gidişle fosforlum türküsü ile memleket değil, bütün müzeleri, mâbetleri, sarayları, operaları ve kütüphaneleri bir bir dolaşmağa çıkacağız.

Elele veren sanatları, birbirleri içerisinde eridikçe; hakikî sanat ömrüne kavuşan eserleri birer birer gözden geçirmek! Ne muazzam bir seyahat.

Müzikle dansı, müzikle şiiri, müzikle mimariyi, evvela ikişer ikişer düşünmek, bunların birbirlerine verdikleri değeri hesaplamak. Daha sonra onların hepsini bir arada bir çatı aıtında toplamalarından doğan cümbüşü tasarlamak.

Resimle şiiri, resimle heykeli, resimle mimariyi, yer yer aynı yapı içinde erimiş görmek. Bu yol bizi daima sanatın en kudretli çağlarına çıkartacak.

İşin bu tarafını sanat tarihçilerine havale edip biz yine Fosforlu Cevriye’ye gelelim.

Evet dostlar! Bu derme çatma türkü hâlâ fır dönüyor. Hâlâ biraz daha derinliğine işleyip gidiyor. "Fosforlum" böyle gidedursun, onun güftesindeki şiiri gölgede bırakacak tosun gibi şiirler bilirim ki; yaldızlı ciltler içerisinde kara kara düşüncelere dalmışlardır. Onlar da kitaptan dışarı fırlamak, güneşe kavuşmak için can atıyorlar. Nice mısralar bilirim ki derin derin içlerini çekiyor ve şöyle dert yanıyorlar:

- Keşki bizi binlerce nüsha basacakları yerde şöyle ağız tadile besteleyip boşluğa salıverselerdi. Biz de bestenin cömert kanatları üstünde havalansaydık, Fosforlu Cevriye’nin lâfı mı olurdu? Üsküdar’dan girmemizle Van’dan çıkmamız bir olurdu.

Ne mutlu saz şairlerinin dudaklarından dökülen güzel mısralara. Onlar hemen, hem de ne büyük bir hızla hayata atılıyorlar.


*


- Canım Karacaoğlan nerdesin?

- Âşık Veysel’e sor!!! diyor. İşte Âşık Veysel. Halis bir saz şairi. Dilinde şiir, elinde saz. Onu bütün memleket biliyor, seviyor, arıyor. Aşık Veysel şiir yazıyor, besteliyor, sonra da alıp sazı çalıyor.

Geçenlerde bir de şiir kitabı çıkmıştı. Fakat onun türkülerinin eriştiği memleket köşelerine kitabının varması için belki bir asır lâzım gelecek. Şiir kitapları az gittiler, uz gittiler bir de arkalarına baktılar ki bir arpa boyu yol gittiler!..

Halbuki bir türküye atladı "Fosforlu Cevriye" ve çoktan hudutlarımızdan aştı, gitti. Darısı dost mısralar, dost eserler başına.

Hiç yorum yok: