RSS

2 Eylül 2012 Pazar

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU / NAKIŞ VE RESİM


NAKIŞ VE RESiM



Portakal kabuğundan
Kavun diliminden
Havalandı nakışlar
Avşar kiliminden


Nakışlar yalnız kilimden değil, çinilerden, yazmalardan, minyatürlerden öbek öbek havalandılar ve bir daha kendi yerlerine konmadılar. Resim çerçevelerini beğendiler.

Nakışları sofrasında, ayağının altındaki halıda, boyunbağında, yazmasında görmeye alışanlar, onların yaldızlı çerçeveler içerisinde bağdaş kurup oturduklarını görünce, hizmetçisine kürkler veya fraklar içerisinde baloda rastlayan efendiler gibi kızdılar:

- Nakış nakışlığını bilmeli. Ayak altından kalkıp, baş köşeye oturmamalı, dediler.

Fakat neylersin nakışlar bir defa havalanmışlardı.

Nakışların süsleme eserlerden havalanması 19. yüzyılın sonlarında başladı. İlk defa süsleme eserlerden kalkıp resim dünyasına mal edilen motifler Çin'den Japon'dan geldiler. Daha sonra Türk, Acem, Arap, Hint motifleri akın ettiler. Bunların arkasından adlarını kolay kolay söyleyemeyeceğimiz vahşi kabilelerin, Colomb'dan önceki Amerika yerlilerinin, Afrika çöllerinde kaybolmuş aşiretlerin nakışları, tamtamları, dümbelekleri, acaip naraları ile fırıl fırıl dönmeye başladılar. Özellikle bu sonuncu taifenin nakışları baskın çıktı, çünkü bu nakışlar beraberlerinde acaip sesleri de getirmişlerdi. Caz musikisi de bir taraftan bu sesleri benimsiyordu.



İşte bugünün resminde birçok resim meraklılarını şaşırtan bu nakış saldırısı oldu.
Çin ve Japon motifleri ilk önce H. Toulouse Lautrec'in bazı resimlerinde figüran olarak gözüktüler. Daha sonra figüranlıktan çıkarak aynı sanatçının bazı işlerinde başrolü oynamaya başladılar. Başrolden şunu kastediyoruz, Lautrec'in birçok eserleri ve bence en önemli olanları, doğrudan doğruya bir Çin panosunun sanat anlayışına bürünüyordu. Bu anlayış da büsbütün süslemeyle ilgili anlayıştır.

Lautrec'in bu panoya ilave edecek tek serveti ışık idi. Güneş doğudan doğar, ama resim sanatının güneşi batıdan doğdu. Nakış ne kadar doğulu ise, ışık o kadar batılı idi. Lautrec'den sonra nakış dünyasını sırayla Seurat, Van Gogh, Cezanne, Rousseau, Matisse, Dufy, Picasso, Bonnard benimsediler. Bunların arkasından gelen kuşak biz yaştaki ressamlar kuşağıdır ve nakış bugünün resminde gitgide daha açık bir biçimde belli olmaktadır.

Ressamlar niçin nakış dünyasına bu kadar ısrarla dadandılar?

Burada işi sağlama bağlamak için önce resimden ne anladığımızı açıklayalım, yani önce resim sanatını tarif edelim.

Işığa dökülen her şeyi büyük bir sevgiyle incelemek, bu sevgiyi biçmek ve renkler vasıtası ile başkalarına aşılamak sanatına resim derler. Bu tarife sığdıramadığımız önemli bir nokta var: Renkler ve biçimlerle düşünebilen adama ressam derler.

Müzisyen seslerle, edebiyatçı cümlelerle, kelimelerle, kokular, acılar, hazlarla düşünür. İyisi doğrudan doğruya renkler ve biçimlerle düşünür. Resim sanatına edebiyat kanalından girenler, resimden edebi bir haz bekleyenler, renklerle ve biçimlerle düşünebilmenin ne demek olduğunu ya hiç anlamayacaklar yahut da bunun için oldukça önemli bir gayret tüketeceklerdir.

Resimle edebiyatı karıştıranlar bir resme baktıkları zaman renklerin ve biçimlerin çağrısına kulak asmadan doğrudan doğruya onların anlatmak istedikleri hikâyeyi arayacaklardır. Bu hikâyeyi bulamadıkları zaman dudak bükecek «Allah Allah ne demek istiyor?» diyeceklerdir.

Hiç bir şey demeden sözü doğrudan doğruya renklere ve biçimlere bırakmak, sözle sazla anlatılabilecek olanı değil, yalnız renklerle ve biçimlerle yaşayabilecek olanı seçmek. İşte namuslu bir ressamın en büyük kaygısı budur. Sergilerin birisinde acaip renklerin ve biçimlerin sarmaştığı bir resmin altında «Balık» ismini görür görmez tepesi atan bir seyirci Picasso'nun yakasına yapışmış, «Üstad, anlayalım balık bunun neresinde. Bu ne biçim balık?» deyince, böyle yüzlerce sual karşısında artık çömlek gibi pişen ressam:

«Birader» demiş, «o balık değil, resim.»


Burada ressama hak vermek lâzım. Balığın kendisinden bu kadar hoşlananlar resim sergisinden önce bir defa Balıkpazarına uğramakla meseleyi kökünden halletseler olmaz mı? Resimle edebiyatı karıştıranlar yüzünden resim sanatının ve ressamın çektiğini Allah bilir.

Eğer haşmetli fotoğraf hazretleri hızır gibi imdada yetişmeseydi, gerçekten resim sanatı çok sıkıntılı bir yükü kimbilir daha ne kadar sene sırtında taşımaya mecbur olacaktı. Bu yük, resme musallat olan edebiyat yüküdür. Herhangi bir tablodaki renk ve biçim cümbüşünden önce ondan istenen hikâyedir ki, nice gürbüz ressamları lüzumsuz yere yormuş, tüketmiştir. Ressam kendi başına kaldığı zaman bir iki figürle halledeceği bir kompozisyonda hikâyeye uygun olsun diye 80 figürle savaşmaya mecbur olur. Yalnız figür de değil, bir o kadar tarihî belge. Ressamın hiç bir zaman alıcı gözüyle incelemediği, benimsemediği, yalnız konu gereği kiralamaya mecbur olduğu bir sürü çanak çömlek, bir sürü iğreti motif. Sen gel ressam ol da, fotoğrafın icadını selamlama. Bence bütün dünya ressamları, ilk fotoğraf çekildiği günü tesbit etmeli ve o günün şerefine her gün bayram yapmalı. Duvarlarınız, kitaplarınız, müzeleriniz için gerçek tarihî belgeler mi gerek? İki santimetrekareden tutun da 50 metrekareye kadar fotoğraf emrinize amade. Hem ressamın, yaptığından çok daha gerçek, ciddi, daha doğru belgeler, hem bir taraftan değil her tarafından evire çevire incelenmiş belgeler.

Matisse, «Etrafını hiç bir usta gözü ile görmek istemezsen, olduğu gibi görmek istersen, bir süre fotoğraflardan kopyalar yap» diyor.

Gerçekten hiç bir sanat kaygısı gütmeden doğaya çevrilmiş adesenin gözü eşyayı olduğu gibi yakalayan en sağlam gözdür. Ressamdan tarihî belgeler bekleyenler duraksamaksızın fotoğrafı seçmelidir. Ressamdan hikâye mi istiyorsunuz? Hikayenin âlâsını sinemada bulacaksınız. Hem gerçekten yürüyen, bağıran, çağıran, gülen, ağlayan insanlar.

Ressamı vesika fotoğrafları çekmekten ve tarihi belgeler devşirmekten kurtaran fotoğrafı ne kadar övsek azdır.

Gerçi fotoğraf icat olundu, ressamlık bozuldu. “Ceviz palet artık paslanmalıdır” deyip resme veda edenler çok oldu ama, kaygıları da yerinde oldu. Çünkü resim sanatı fotoğrafın bittiği yerde






Hiç yorum yok: