RSS

12 Mart 2017 Pazar

MELİH CEVDET ANDAY VII



GÖÇEBE DENİZİN ÜZERİNDE’ den
Cem Yayınevi / 1970

ŞİİR YAZMAK


Kimi bir sözcükten yola çıkarım
Aç kalmış güzel bir kurttur o

Kimi bir düşünden ki
Kör bir gül gibi dönenir
Bedevî bir sabır gibiyimdir
Ey tesellisiz gece

YAĞMUR

N. Zekeriya’ya



Birden serçelerle indi yağmur
Ama hangisi serçe
Hangisi yağmur


BULUTLAR OLDUK


Ölüler mezarlıktan dönüyorlar
Kendilerini gömen imamı bulmaya
Oysa imam da ölmüş aralarında
Hangi ölüyü gömüyor

Saksılarımızın toprağını eşeliyor akşam
Bıçağının ucu ile yüreğimizde
Bir yürek daha çıkıyor toprağın içinden
Hangi saksıyı eşelemeğe

Bulutlar olduk dağılıp toplanan
Çiterini devirmiş bahçelere
Derken yıldızlardan bir çit daha
Bulutlarda yepyeni bir bahçe

ESKİ TİRANLAR


Gecenin elleri küçük
Tutar tutamaz yağmurumuzu
Göz gibi kabukludur yeryüzü
Kurur ıslanıp ıslanıp

Gece bir kuşun gagasıdır
Yaşamın eski hisarında
Koca yaprağı altında sabırsızlığın
Geyiklerle kurtlarla uyunur

Ve yağmur yalnızlığa ekili düş
Yitirmelerin gönülsüz kadını
Gider insanı yüzüstü bırakıp
Rüzgârını doldurmuş geceye

Eski tiranlar yağmur ve gece
Deli yasaları yazgımızın
Ölmezliğimizin masalı belki
Belki merakımızın yankısı

GÖÇEBE DENİZİN ÜSTÜNDE



I


Sen, ben ve balkonda saksımız:
Hamarat Elizabet. İşte ilk üçgeni yapının.

Ne eski, ne yeni. Sanki yazgımızın
En saydam dakikası titriyor

Göçebe denizin üstünde. Farkında değiliz.
Taşın sesi insan sesine benziyor.

Balkondaki saksı, bir bakıyorsun,
Bulutun yerini almış. Bulutlar

Atlara dönüşüyor köpük içinde...
Ve seninle ben koşuyoruz, önümüzde

Demin kör bir çocuğun baktığı
Yaşlı mürver ağacını sallayan kırmızı bir kuş.

Sonra bulut gene saksı oluyor, atlar
Solumaya başlıyorlar, dinleniyoruz, kulaklarımızda

Duvarların çözülmeyen sözleri gibi
Bir mırıltı. Bugünün, bu sabahın.

Ne anımsama, ne unutuş. Bir ucucalık,
Kıyıların al rengi kokuları ile

Kötürüm bir bülbülün şakıması gibi büyüyen
Bakışlarımızın ağır simgelerinde.

Ve ben sana göçüyorum an an
Göçüp dönüyorum titreşim gibi,

Arıyorum dudaklarının taşını,
Arıyorum yağmurda yazdığım adını.

Bir yok oluyorsun sen, kendi vadinin
Yarıklarında, bir fışkırıyorsun

Yok olan vadinin üstüne.
Kaç kez yitiyorum ben kendi kendime.

İşte hepsi bu. Ne eski, ne yeni.
Yazgımızın en saydam dakikası sanki.

III


İşte avuç avuç serpiyorum bütün
Sözcükleri kuşlara, gül diplerine,

Güneşin dudağına, sıçrayan sabahın
Eteğine, kırmızı kadifesine kayaların,

Ayın boynuzlarına ve saçlarının
Parmaklığından sarkan hanım ellerine ...

Ben tek başıma yansıyorum bütün biçimlere
Ve şaşı diplerine suların.

V


Freud bir ağacın bilinç-altına oturmuş
Toprağın düşlerini karıştırıyor.

Bu düşleri aydınlatan gelincikler var.
Deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr.

Düş, hareketin sütlü incir yatağından
Damlayan gecikmiş bir yıldız,

Gecikmiş ya da erken, dünkü günün
Suyunda birden sıçrayan balık;

Gündüzü ters yüz etmiş bir al çalkantı,
Uyuyan ve uyumayan daracık kuyunun yüzü.

Zamanlar sanki tohumlara saklanmış
Toprakta gıcırdayan salıncaklar.

Deniz, kuş, yağmur ve rüzgâr.
Ve çarmıha gerilmiş buldum kendimi

Geçmişle gelecek arasında, düş gibi.
Ne eski, ne yeni. Sanki düşüncemizin

En saydam dakikası titriyor
Yok olmuş sularında denizin.

SES


Uyandım ki ses içinde kalmışım
Yüzüm gözüm ağzım burnum ellerim
Aralanan deniz kapısının sesi bu
Silkelenen güneş tavuğunun sesi
Diş rengindeki halatın gıcırdayan sesi
Ağaç biçimindeki ses borusunun,
Yarınki buğdayın, devinen kemiğin,
Tarihsel bileğin, direncin sesi bu
Oynaşan arabanın, kucaklaşan atların

Baktım güneşte soğumuş karanfil gibi mavi
Bir yapı işçisinin kulağındaki kalem gibi güzel
Yağmurda ıslanmış namlu gibi yeğin
Serçe kanadı değmiş çamaşır ipi gibi güleç
İğne yastığına konmuş arı gibi esrik
Okul bahçesinde dolaşan güvercinler gibi
Kıyıda öpülen dudak, yağmurda öpülen dudak gibi
Gölgelere sokulan yüksüz dakikalar gibi
Kutsal oyuncaklar gibi

Hiç yorum yok: