RSS

17 Şubat 2010 Çarşamba

SAMUEL P. HUNGTINTON / UYGARLIKLAR ÇATIŞMASI 3

Uygarlık Saflaşması: Akraba-Ülke Sendromu

Bir uygarlığa bağlı grup veya devletler, farklı uygarlıktan bir ulusla savaşa girdiklerinde tabii olarak kendi uygarlıklarının diğer üyelerinden yardım bulmaya gayret ederler. Soğuk Savaş sonrasının dünyası geliştikçe, uygarlık ortaklığı H.D.S. Greenway'in "akraba ­ülke" sendromu diye isimlendirdiği şey, işbirliği ve ittifaklar için baş­lıca temel olarak görülen geleneksel kuvvet dengesi mütalaalarının ve siyasi' ideolojinin yerini alıyor. Bu, İran Körfezi, Kafkasya ve Bosna'da, Soğuk Savaş'ın ardından görünen mücadelelerde azar azar görülebilir. Bunların hiç biri tam anlamıyla uygarlıklar arası bir sa­vaş değildi; fakat her biri uygarlık saflaşmasının bazı unsurlarını taşımıştır ki bu unsurlar sürekli bir savaşım sebebi olarak daha önemli olacağa benzemektedir, ve şimdiden, bize gelecek fela­ketin bir örneğini verebilir.



Birincisi, Körfez Savaşı'nda bir Arap devleti diğerini istila etti ve daha sonra Arap, Batılı ve diğer devletlerden oluşan bir koalisyonla savaştı. Saddam Hüseyin'i, açıkça sadece birkaç Müslüman hükümet desteklediyse de çok sayıda Arap eliti, gizliden gizliye teşvik etti ve Saddam Arap kamuoyunun geniş kesimlerinde bir hayli popüler hale geldi. İslami fundamentalist hareketler evrensel planda, Batı destekli Kuveyt ve Suudi Arabistan hükümetlerinden çok Irak'ı desteklediler. Saddam Hüseyin, Arap milliyetçiliğini ısrarla reddederek açıktan açığa İslami bir çekimden yardım istemiştir.. Ve o tarafları, savaşı, uygarlıklar arası bir savaş olarak tanımlamaya çalışmışlardır. Mekke'nin Umm Al-Qura Üniversitesi'ndeki İslami Çalışmalar'ın dekanı Safar Al-Hawali'nin, savaşı iyice yaygın bir tabana oturarak ifade ettiği gibi "Bu dünyanın Irak'a karşı olması değildir; Batı'nın İslam'a karşı ol­masıdır." İran'lı büyük dini lider Ayetullah Ali Hamaney, İran ve Irak arasındaki rekabeti bir tarafa bırakarak Batı'ya karşı mukaddes savaş çağrısı yaptı: "Amerika'nın saldırı, hırs, plan ve politikalarına karşı mücadele bir cihad sayılacaktır ve bu yolda öldürülen herkes bir şehit­tir." Ürdün Kralı Hüseyin'in iddiası da: "Bu yalnız Irak'a karşı değil bü­tün Araplara ve bütün müslümanlara karşı bir savaştır."


Saddam Hüseyin'in arkasındaki Arap kamuoyu ve elitlerinin büyük kısmındaki saflaşma, anti-Irak koalisyondaki Arap hükümetlerinin (Irak aleyhtarı) çalışmalarını azaltmalarına ve resmî görüşlerini yumuşatmalarınaneden olmuştur.. Arap hükümetleri, Batının, Irak üzerinde baskı uygu­lamak için harcadığı çabalara, 1992 yazındaki uçuşa yasak bölge uygulaması ve 1993 Haziranı'nda Irak'ın bombalanması dahil, muhalif veya mesafeli kaldılar. 1990'ın Irak aleyhtarı Batı-Sovyet­Türk-Arap koalisyonu 1993'e kalmadan neredeyse sadece Irak'a karşı bir Kuveyt ve Batı ittifakı haline gelmişti.

Müslümanlar, Irak'a karşı yürütülen Batılı eylemleri, Batı'nın Sırplara karşı Boşnakları himaye etme ve BM kararlarını ihlal eden İsrail'e müeyyide uygulama yönündeki başarısızlığıyla karşılaştır­dılar. İddialarına göre, Batı çifte standart kullanıyordu. Ama, çatı­şan uygarlıkların dünyası kaçınılmaz olarak bir çifte standartlar dün yasıdır: İnsanlar, kendi akraba ülkelerine bir standart, diğerlerine başka bir standart uygularlar.

İkincisi, "akraba-ülke sendromu", eski Sovyetler Birliği'ndeki anlaşmazlıklarda da da görülmektedir. Ermenilerin 1992 ve 1993'teki askeri başarı­ları, Türkiye'yi, Azerbaycan'daki dini, ırki ve lisanî kardeşlerine git­tikçe artan bir şekilde destek olmak için harekete geçirdi. Bir Türk yet­kilisi, 1992'de, "Biz Azerbaycanlı'larla aynı duyguları hisseden bir Türk milletine sahibiz. Baskı altındayız. Gazetelerimiz zulüm fotoğraf1arıyla doludur ve bize tarafsız politikamızın sürdürülmesinde hala ciddi olup olmadığımızı soruyorlar. Ermenistan'a, bölgede büyük bir Türkiye'nin var olduğunu göstermemiz gerekebilir" demiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bu görüşe, "Türkiye dişlerini gösterme­lidir" tehdidini savurmuştur. Türk Hava Kuvvetlerine ait jetler, Ermenistan sınırı boyunca keşif uçuşları yapmış; Türkiye, Ermenistan'a yiyecek sevkiyatını ve hava ulaşımını şarta bağlayarak ip­tal etmiştir. Azerbaycan'daki hükümete eski komünistler hakimdiler. Ne var ki, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte siyasi mülâhaza­lar yerini dinî olanlara bıraktı. Rus askerleri Ermenilerin yanında sa­vaşa girdiler ve Azerbaycan, Hristiyan Ermeniler destekleme yönünde "180 derece dönen Rus hükümetini" suçladı.

Üçüncü olarak, eski Yugoslavya'daki savaşa gelince, Batılı kamu­oyları Sırpların elinde ıstırap çeken Boşnak Müslümanlara sempati göstermiş ve desteklemiştir. Mamafih, Hırvatların Müslümanlara sal­dırmaları ve (bağımsız devlet haline gelen) Bosna-Hersek'in dağılımasına katkıda bulunmaları karşısında nisbeten az bir endişe belirtilmiş­tir. Yugoslavya'daki parçalanmanın ilk safhalarında Almanya, Avrupa Topluluğu'nun diğer 11 üyesini, eşi görülmedik bir diplomatik insiyatif ve ağırlık sergileyerek Slovenya ve Hırvatistan'ı tanıma konusunda kendi­sini izlemeye ikna etmişti. İki Katolik ülkeye güçlü bir müzaberet sağ­lamaya yönelik Papa hükmünün bir sonucu olarak, Vatikan (Slovenya ve Hırvatistan'ı) Topluluk'tan da önce tanımıştı. Avrupa'yı Birleşik Devletler izledi. Bu suretle, Batı uygarlığının önde gelen aktörleri bu dindaşlarının arkasında toplanıverdiler. Arkasından, Hırvatistan'ın Merkezî Avrupa, diğer Batılı ülkelerden büyük miktarda silah alacağı resmen bildirildi. Diğer taraftan Boris Yeltsin hükümeti ise, Ortodoks Sırplara yakınlık gösterecek fakat Rusya'yı Batı'dan vazge­çirmeyecek bir orta yol takip etmeye çalıştı. Ama , birçok parlamenterin de dahil olduğu muhafazakar ve milliyetçi Rus grupları, Sırpları destekleme konusunda daha ileri gidilmediği için hükümete hücum ettiler. 1993'ün başlarında, yüzlerce Rus, galiba, Sırp kuvvetle­riyle birlikte hizmet görüyordu ve Sırbistan'a verilmiş olan Rus silahları hakkında dolaşan haberler alınıyordu.

Öte yandan, İslami hükümet ve gruplar, Boşnakları savunmaya gelmeyen Batıyı şiddetleeleştirip uyardılar. İranlı liderler, bütün ülkelerden müslümanları, Bosna'ya yardım temin etmek için sıkıştırdı­lar; İran, BM silah ambargosunu ihlal ederek Boşnaklara silah ve adam yardımı sağladı; İran destekli Lübnanlı gruplar Boşnak kuvvetlerini eğitmek ve teşkilatlandırmak için gerillalar gönderdiler. 1993'de iki düzineden fazla İslam ülkesinden sayıları 4.000'e varan Müslümanın Bosna'da savaşacak olduğu haber alınmıştır. Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin hükumetleri; Boşnaklara daha iyi yardım sağlama hususunda kendi toplumlarındaki fundamentaIist grupların artan bas­kısı altında kaldılar. Suudi Arabistan. söylendiğine göre, 1992'nin so­nuna kadar Boşnaklara askeri kapasitelerini Sırplarla mukayese edilebi­lir ölçüde arttıran silah ve teçhizat için büyük kaynaklar sağlamıştır.

1930'lardaki İspanya İş Savaşı, siyasal olarak faşist, komünist ve de­mokratik ülkelerin müdahalesini tahrik etmişti. 1990'ların Yugoslavya ihtilafı, Müslüman, Ordodoks ve Batılı Hristiyan müdahalesini tahrik ediyor. Benzerlik fark edilmeyecek gibi değildir. Suudi bir editör, "Bosna Hersek'teki savaş, İspanya İç Harbi'ndeki faşizme karşı savaşın hissî muadili olmuştur" gözleminde bulunduktan sonra şöyle devam etmektedir: "Orada ölenler, Müslüman kardeşlerini kurtarmaya çalışmış şehitler olarak telakki edilirler."

Kavga ve şiddet, aynı uygarlık çemberindeki devlet ve gruplar arasında da meydana gelecek. Ama bu tür kavgalar, büyük olasılıkla ve uygarlıklar arası kavgalardan daha az yayıla­caktır. Bir uygarlığın müşterek üyesi olmak, aksine bir durumda oluşabilecek şiddet ihtimalini azaltıyor. 1991 ve 1992'de, Rusya ve Ukrayna arasında, başta Kırım olmak üzere, toprak, Karadeniz filosu, nükleer silahlar ve ekonomik sorunlar üstüne (ortaya çıkan) şid­detli çatışma olasılığı birçok insanı dehşete düşürdü. Bununla birlikte, uygarlık eğer bir şeye itibar ediyorsa Ukraynalı ve Ruslar arasına va­ran bir çatışma olasılığı düşecektir. Onlar, Slav ve öncelikle yüzyıllardan beri birbirleriyle yakın ilişkilerde bulunmuş iki halktır. 1993'ün başları gibi, bütün kavga sebeplerine rağmen, iki ülkenin liderleri memleketleri arasındaki sorunları etkili bir şekilde tartışıyor ve çözüyordu. Eski Sovyetler Birliği'nin başka yerlerindeki Müslüman ve Hristiyanlar arasında ciddi savaşlar olurken, Baltık devletlerindeki batılı ve Ortodoks Hristiyanlar arasında çokça gerginlik ve biraz ça­tışma, Ruslar ve Ukraynalı'lar arasında ise hakikatte herhangi bir şiddet meydana gelmemiştir.

Uygarlık saflaşması bu güne kadar sınırlı kalmıştır, fakat büyü­mektedir ve ciddi ölçüde yayılma potansiyeline sahiptir. İran körfezi, Kafkasya ve Bosna'daki ihtilaflar devam edip gittikçe, milletlerin ko­numları ve aralarındaki tefrikalar artan bir biçimde uygarlık hatları boyunca oluştu. Popülist politikacılar; dini liderler ve medya bu noktada kitle desteğini harekete geçirmenin ve çekimser hükümetleri baskı altına almanın güçlü bir aracını bulmuştur. Gelecek yıl­larda, mahalli çatışmalar, Bosna ve Kafkasya'da olduğu gibi uygarlıklar arasındaki fay kırıkları boyunca, büyük olasılıkla daha büyük savaşlara dönüşecektir. Şayet olursa bundan sonraki dünya sa­vaşı, uygarlıklar arası bir savaş olacaktır.

Batı ve Geri Kalanlar Karşı Karşıya

Batı, bu gün, diğer uygarlıklarla ilişkisi açısından olağanüstü bir kudretin zirvesindedir. Süper güce sahip rakibi haritadan silinmiştir. Batılı devletler arasındaki "askeri savaşım" düşünülebilecek bir şey değildir ve Batının askeri gücü rakipsizdir. Batı, Japonya hariç, herhangi bir ekonomik meydan okumayla karşı karşıya değildir. Uluslar arası siyaset ve güvenlik sorunları fiilen bir Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa yönetimi tarafından; Dünya ekonomik sorunları , Birleşik Devletler, Almanya ve Japonya yönetimi tarafın­dan karara bağlanır ve bunların hepsi, daha küçük ve genellikle Batılı olmayan ülkelere meydan vermeyerek birbirleriyle çok yakın ilişkilerini devam ettirirler. BM Güvenlik Konseyi veya IMF'nin aldığı, Batının çıkarlarını yansıtan kararlar, dünya topluluğunun isteklerini yansıtıyormuşçasına sunulur. Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin çıkarlarını yansıtan ey­lemlere global bir meşruiyet vermek için 'Hür Dünya' deyiminin ye­rine 'dünya toplumu' deyimi bile 'hüsnütabir' kabilinden kollektif bir isim haline gelmiştir.(4)

Batı, IMF ve diğer uluslar arası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi ekonomik çıkarları öne çıkarıyor, kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları di­ğer uluslara zorla kabul ettiriyor. IMF, Batılı olmayan milletlerin herhangi birinin tepesinde, hiç şüphesiz maliye bakanları ve diğerlerin­den birkaçının desteğini kazanacak; fakat IMF memurlarını, "başkaları­nın paralarına el koyup onu daha başka insanlara verıneyi, ekonomik ve siyasal yönetime yabancı kurallar dayatmayı, ekonomik bağımsızlığı boğ­mayı seven yeni Bolşevikler" olarak nitelendiren Georgy Arbotov'la aynı görüşteki, aşağı yukarı diğer herkesten karşı konulamaz bi­çimde uygunsuz bir uyarı alacaktır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve onun -sadece Çin'in arada bir çekimser kalmasıyla yumuşatılan- kararları üzerindeki Batı baskısı, Irak'ı Kuveyt'ten çıkarmak ve kimyasal silahlarını ve bu tür silahlar üretme kapasitesini yok saymak için Batı'nın güç kullanmasını BM kararları oluşturdu.. Söz konusu hakimiyet Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa eliyle, Güvenlik Konseyi'ne; Libya'dan (Çin'de 103 kişinin öldüğü) PAN-AM uçağını bombalamaktan sanık kişilerin teslimini talep ettiren ve Libya bunu reddedince ardından yaptırımlar uygulattıran, eşi benzeri gerçekten görülmemiş bir eylem de meydana getirdi. Batı, en büyük Arap ordusunu yendikten sonra, işin cabası olarak Arap dünyasının dört bir yanındaki ağırlığını arttırmaktan çekinmedi. Batı, Batılı hakimiyeti sürdürecek ölçülerde dünyaya hükmetmek için uluslararası kuruluşları, askeri gücü ve ekonomik kaynakları fiilen kullanıyor.

En azından Batılı olmayanlar yeni dünyayı bu tarzda görüyorlar, onların bakış açılarında önemli bir gerçek payı vardır.. Nitekim, güç ayrılığı; askeri, ekonomik ve kurumsal güç savaşımları da Batı ile diğer uygarlıklar arasındaki anlaşmazlığın bir kay­nağıdır. Temel değer ve inançlardan oluşmuş kültür farkları, ikinci bir anlaşmazlık kaynağıdır.

V.S Naipaul, "bütün insanlara uyan evrensel uygarlığın" Batı uygarlığı olduğunu ileri sürmüştür. Yüzeysel olarak, Batı kültürü büyük ölçüde, dünyanın geri kalan kıs­mına gerçekten nüfuz etmiştir. Ancak daha temel bir düzeyde Batılı kavramlar, diğer uygarlıklardaki eşitlerinden temelde farklı­dırlar. Batının, bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, bağımsızlık, hukuk düzeni, demokrasi, serbest piyasa, kilise ve devletin ayrılması konularındaki düşünceleri, İslami, Konfüçiyen, Japon, Hindu, Budist veya Ortodoks kültürlerde genellikle fazla bir yankı uyandırmaz. Batının bu tür düşünceleri yaymak için harcadığı çabalar, bedel olarak, "insan hakları emperyalizmi"ne karşı bir tepki ve Batılı olmayan kültürlerdeki daha genç kuşağın dinî fundamentalizmi desteklemesinde görüldüğü gibi, yerli değerlerin yeniden doğrulanmasını oluşturuyor. Batılı bir düşünce olan, "evrensel bir uygarlık olabilirdi" düşüncesinin bile, çoğu Asya toplumunun oluşumuyla doğrudan doğ­ruya arası açıktır. Onların vurgusu, bir halkı diğerinden neyin ayırdığı üzerinedir. Gerçekten, farklı toplumlardaki değerleri konu alan 100 karşılaştırmalı incelemenin bir değerlendirmesini yapan yazar Harry C, Triandis, "Batıdaki en önemli değerler, dünya çapındaki en önemsiz olanlardır" sonucuna varmıştır. Doğal olarak siyasal dünyada, bu ayrımlar Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin, öbür kavimleri, demokrasi ve insan haklarıyla ilgili düşüncelere uymaya ikna etmek için harcadıkları çabalarda en açık biçimde ortaya çıkıyor. Modern demokratik hükümet Batıda doğmuştur. Batılı olmayan toplumlarda geliştiği zaman, genellikle Batı kolonyalizmi ve etkisinin bir ürünü haline gelmiştir. (5)

Gelecekte dünya siyasetinin odak noktası büyük olasılıkla, Kishore Mahbubani'nin deyimiyle, "Batı ile geriye kalanlar" (the West and the Rest) arasındaki bir savaşım ve Batılı olmayan uygarlıkların Batılı güç ve değerlere verdiği karşılıklar olacaktır. (6)

Bu karşılıklar genellikle şu üç durumdan biri ya da üçüncü bir bileşim olur:

Uç bir durumda, Burma ve Kuzey Kore gibi Batılı olmayan dev­letler, Batı'nın 'fesat' etkisinin kendi toplumlarına sızmasını engellemek için izolasyon tavrı izlemeye ve eylemde Batılı egemenliğindeki global topluluğa katılmama yolunu seçmeyi deneyebilirler. Ama, bu yolun maliyetleri yüksektir ve yalnızca birkaç devlet, münhasıran bu yolu izlemiştir. Uluslararası ilişkiler teorisindeki "kervana ka­tılma" ("band-Wagoning") görüşüne karşılık gelen ikinci alternatif, Batıya katılmak ve onun değer ve kurumlarını korurken, batılı olmayan diğer toplumlarla Batı'ya karşı işbirliği yapa­rak, ekonomik ve askeri güç toplayarak Batı'yı "dengeleme" ; kısa­cası Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmaktır.

(4) Batılı liderler, neredeyse istisnasız olarak dünya topluluğu adına hareket ettiklerini ileri sürerler. Sadece Körfez Savaşı'nın tırmanması esasında küçük bir "sürec-i lisan" vaki oldu. 'Günaydın Amerika' 'adlı programdaki, bir söyleşide, (21 Aralık 1990) İngiliz Başbakanı John Major, Saddam Hüseyin'e karşı 'Batı'nın eylemlerine atıfta bulundu. Ardından, aceleyle düzeltti ve 'dünya toplumu'na 'the world community' atıfta bulundu. Ama, sürç-i lisan ettiğinde doğruyu söylüyordu.

(5) Harry C. Triandis, The New York Times, Dec. 25, 1990, p.41 and 'Cross-Cultiral Studies of Individualism and Collectivism', Mebraska Symposium on Motivation, vol. 37, 1989, ppAl-133.

(6) Kıshore, Malibubani, 'The West and the Rest', The National Interest, Summer 1992, pp .3-13.

Hiç yorum yok: