RSS

17 Şubat 2010 Çarşamba

SAMUEL P. HUNGTINTON / UYGARLIKLAR ÇATIŞMASI 4

Bölünük Ülkeler

Gelecekte, insanlar kendilerini uygarlıke göre ayırdıkça Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı uygarlıklara bağlı çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkeler parçalanmaya adaydırlar. Diğer bir kısım ülkeler, orta düzeyde "kültürel bir ortak bağa" sahiptirler. Fakat toplumları hangi uygarlığa bağlı oldukları konusunda bölünmüşlerdir. Bunlar "bölünük ülkeler"dir. Liderleri, tipik bir biçimde, kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batının üyesi yapmayı arzu ediyorlar fakat memleketlerinin tarih, kültür ve gelenekleri Batılı değildir.

Bu tür bir bölünmenin en aşikar ve prototipik örneğini Türkiye teşkil ediyor!



TürkiyeInin yirminci asrın sonlarındaki liderleri, Atatürk geleneğini izlemekte ve Türkiye'yi modern, seküler, Batılı ulusal devlet olarak tanımlamaktadırlar. NATO'da ve Körfez Şavaşı'nda Türkiye'yi Batı ile ittifaka soktular; AB'ye üyelik için başvurdular. Ama Türk toplumundaki bazı unsurlar, aynı zamanda İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye'nin aslında Müslüman bir Orta­Doğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca. Türkiye'nin seçkin­leri, Türkiye'yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken Batının seçkinleri Türkiye'nin öyle olduğunu kabul etmiyorlar. Türkiye, AB'nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi Cumhurbaşkanı Özal'ın dediği gibidir: "Biz Müslümanız, onlar Hristiyandır, ama bunu dile ge­tirmiyorlar. "Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, nereye bakar Türkiye? Karşılık, Taşkent olabilir. Sovyetler Birliği'nin sona ermesi, Türkiye'ye; Yunanistan sınırlarından Çin'e kadar yedi ülkeyi kuşatan ve yeniden hayat bulan bir Türk uygarlığının lideri olma fırsatını veriyor. Batı tarafından teşvik edilen Türkiye, bu yeni kimliği benliğine kazımak için çaba harcıyor.

1980'li yıllar sırasında Meksika, bir dereceye kadar Türkiye'ninkine benzer bir pozisyon sergilemiştir.. Tıpkı, Türkiye'nin Avrupa'ya karşı tarihi muhalefetini bırakıp onunla birleş­meye çalışması gibi, Meksika da kendisini ABD karşıtlığıyla tanımlamaya son veriyor ve bunun yerine ABD'yi taklit etmeye ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi'nde onunla bi­raraya gelmeye çabalıyor. Meksika liderleri, Meksikalı kimliğini yeni­den tanımlamak gibi büyük bir işe dalmışlardır ve temel ekonomik re­formları, asıl siyasi değişmeyi eninde sonunda başlatacak oluşum diye sunmaktadırlar. 1991 'de, Başkan Carlos Sa1inas de Cortari'nin üst düzeydeki bir müşaviri, bana Salinas hükümetinin yapmakta ol­duğu bütün değişimleri uzun uzadıya anlatmıştı. 0, sözlerini bitirdiğinde ben şunu söyledim: "Bütün bunlar fevkalade etkileyici. Bana öyle geliyor ki, siz, aslında Meksika'yı bir Latin Amerika ülkesi olmaktan çıkarıp bir kuzey Amerika ülkesine dönüştürmek isti­yorsunuz." Bana şaşkınlıkla baktı ve şöyle bağırdı: "Aynen!"

"Yapmaya çalıştığımız şey tamamen bu; ama doğal olarak bu kadar açık biçimde asla söyleyemedik." Bu danışmanın gözlemlerinin de gösterdiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi Meksika'da da toplumun bazı önemli unsurları ülkelerinin kimliğinin yeniden tanımlanmasına karşı koyuyorlar. Türkiye'de, Avrupa'ya yönelik liderler İslam'a jest yapmak zorundadırlar. Özal'ın Mekke'yi tavaf edişi; Meksika'nın Kuzey Amerika'ya yönelik liderleri de Meksika'nın bir Latin Amerika ülkesi olduğuna inanan kimselere öylesine jest yapmaya zorunludurlar. Salinas'm İbero Amerikan Guadalajara'nın zirvesi.)

Tarihsel olarak "Türkiye, en derin biçimde bölünük ülke"dir. Birleşik Devletler için Meksika en yakın bölünük ülke örneğidir. Global ola­rak en önemli bölünük ülke Rusya'dır. Rusya'nın Batı'nın bir parçası mı, yoksa ayrı bir Slav-Ortodoks uygarlığının lideri mi olduğu sorusu, Rus tarihinin tekrarlayan sorusudur.. Bu sorunun, Batılı bir ideolojiyi it­hal edip Rus şartlarına uyduran ve ardından da o ideoloji adına Batı'ya meydan okuyan komünizmin Rusya'daki zaferiyle birlikte üstü ör­tüldü. Komünizmin hakimiyeti, Batılılaşmaya karşı Ruslaşma üstüne (süregelen) tarihsel tartışmayı kapatmıştı. Komünizmin gözden düşme­siyle birlikte Ruslar bir kere daha bu soruyla yüzyüze geliyorlar.

Başkan YeItsin, Batılı ilkeve amaçları benimsiyor ve Rusya'yı, 'normal' bir ülke ve Batı'nın bir parçası yapmaya uğraşıyor. Ne var ki, gerek Rus seçkinleri ve gerekse Rus kamuoyu bu problem üzerinde bölünmüş durumdadır. Daha ılımlı karşıtlar arasındaki Sergei Stankevich, Rusya'nın, "Avrupalı olmaya, hızlı ve örgütlü biçimde dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmeye, Yediler'in sekizinci üyesi olmaya ve Atlantik ittifakının iki hakim üyesi niteliğiyle Birleşik Devletler ve Almanya'ya "özel bir önem atfetmeye" götürecek "Atlantikçi bir rotayı reddetmesi gerektiğini" ileri sürüyor. Stankevich, münhasıran Avrasyacı bir politikayı reddediyorsa da, yine aynı derecede Rusya'nın Türkî ve Müslüman bağlantılarını vurgulayarak, öteki ülkelerdeki Rusları korumaya öncelik vermesi ve Rusya'nın "kaynaklarının, tercihlerinin, bağlarının ve çıkarlarının Asya'nın, doğu istikametinin lehine, yeniden dağıtımını göze çarpan biçimde ilerletmesi gerektiğini" savunuyor. Bu düşüncedeki insanlar, Yeltsin'i, Rusya'nın çıkarlarını batınınkilere bağımlı kıldığı, Rus askerî gücünü azalttığı, Sırbistan gibi geleneksel dostları desteklemekte ba­şarısız kaldığını; Rus halkına zararlı bir yönetim yürüttüğünü eleştiriyorlar.

Bu eğilimin göstergesi, 1920'lerde, Rusya'nın eşsiz bir Avrasya uygarlığı olduğunu sa­vunan Petr Savitsky'nin (7) düşüncelerinin yeniden gündeme gelmesidir. Daha aşırı muhalifler, daha bağıra çağıra ulusalcı, anti-Batıcı ve anti­-Semitik görüşleri dile getiriyor ve Rusya'nın askeri gücünü yeniden geliştirmesi, Çin ve Müslüman ülkelerle daha yakın bağlar oluşturması için zorluyorlar. Rusya'nın seçkinleri kadar halkı da bölünmüştür. Avrupaî Rusya'da 1992'nin sonbaharında yapılan bir kamuoyu yoklaması, Batı'ya karşı halkın % 40'ının olumlu ve %36'sının olumsuz görüşte olduğunu ortaya çıkarmıştır. Rusya, tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, 1990'ların başlarında da gerçekten bölünük bir ülkedir.

Bölünük bir ülke, uygarlık kimliğini yeniden tanımlamak için üç koşulu yerine getirmelidir. Birincisi, (o ülkenin) siyasal ve ekonomik seçkinleri bu hareket hususunda genellikle taraftar ve gönüllü olmalı­dırlar. İkincisi, kamuoyu, söz konusu yeniden tanımlama konusunda rıza göstermeliler. Üçüncüsü, alıcı konumda bulu­nan uygarlıktaki (Batı veya Amerika'daki) egemen gruplar 'mühtedi' yi benimsemeye istekli olmalıdırlar. Meksika konusunda üç koşulun tümü büyük ölçüde var. Türkiye konusunda ise ilk ikisi, hatırı sayılır ölçüde var. Rusya'nın Batıya katıl­masına gelince, bu koşullardan herhangi birinin varlığından bile söz edilemez. Liberal demokrasi ve Marksizm Leninizm arasın­daki savaşım, büyük ayrımlara rağmen, özgürlük, cşitlik ve refah konusunda son amaçları zahiren de olsa paylaşan ideolojiler ara­sındaydı. Geleneksel, otoriteryan ve ulusalcı bir Rusya tamamen farklı amaçlar taşıyabilirdi. Batılı bir demokrat, bir Sovyet Marksisti ile entelektüel bir tartışmayı devam ettirebilirdi. Bunu bir Rus gelenekçisiyle yapmak ise O'nun , yani batılı bir demokratın açısından olanaksızdı. Ruslar, eğer Marksistler gibi davranmayı bırakır, liberal demokrasiyi reddeder ve Batılılar gibi değil de Ruslar gibi davranmaya başlarlarsa Rusya ile Batı arasındaki ilişkiler gene, ama soğuk ve ihtilaflı olabilir. (8)


Konfüçyen-İslâmi Bağlantı

Batılı olmayan ülkelerin, Batı'ya katılmaları konusundaki engeller birbirinden epey farklıdır. Bu engeller Latin Amerika ve Doğu Avrupalı ülkeler için en az derecede, . eski Sovyetler Birliği'nin ordo­doks ülkeleri için ise daha büyüktürler. Yine Müslüman, Konfüçyen, Hindu ve Budist toplumlar bakımından da aynı engeller daha büyüktür. Japonya, Batı'nın yakın temastaki bir üyesi olarak kendisi için pek eşi benzeri bulunmayan bir konum oluşturmuştur: Bazı konu­larda batının içindedir., ama önemli konularda Batı'nın üyesi değildir. Kültür ve güç sebebiyle Batıya katılmak istemeyen, katıla­mayan ülkeler, kendi ekonomik, askerî ve siyasal güçlerini geliştire­rek Batıyla rekabete giriyorlar. Bunu içteki gelişimlerini ilerletmek ve Batılı olmayan diğer ülkelerle işbirliğine girerek yapıyorlar. Bu işbirliğinin en göze çarpan şekli, Batılı çıkarlar, değerler ve iktidara meydan okumak için doğmuş bulunan Konfüçyen İslamî yakınlıktır.

Batılı ülkeler, hemen hemen istisnasız biçimde askerî güçle­rini azaltıyorlar; Yeltsin'in liderliği altındaki Rusya da öyle. Ama Çin, Kuzey Kore ve çeşitli Orta-Doğu devletleri askerî kapasitelerini önemli ölçüde genişletiyorlar.

Bunu, Batılı ve Batılı olmayan kaynaklardan silah ithali ve yerli silah endüstrilerini geliştirerek başarıyorlar. Bunun bir sonucu, Charles Krauthammer'in "Silah Devletleri" diye adlandırdığı şeyin ortaya çıkışıdır ve Silah Devletleri Batılı değildir. Diğer bir sonuç, Batılı bir kavram ve hedef olan silahların kontrolü kavramının yeniden tanımlanmasıdır. Soğuk Savaş esnasında, silahların kontrolündeki öncelikli amaç ABD ve yandaşlarıyla, Sovyetler Birliği ve yandaşları arasında kararlı bir askerî denge oluşturmaktı. Soğuk Savaş sonrasının dün­yasında silahların kontrol altına alınmasının öncelikli hedefi, Batının çıkarlarını tehdit edebilecek askerî kapasitelerin, Batılı olmayan top­lumlar tarafından geliştirilmesini önlemektir. Batı, bunu uluslar arası anlaşmalar, ekonomik baskı ve silah sevkiyatı ile silah teknolojileri üzerindeki kontroller aracılığıyla başarmaya çalışıyor.

Batı ilc Konfüçyen-İslami devletler arasındaki savaşım, münhasıran olmasa da büyük ölçüde nükleer, kimyevi ve biyolojik silahlar, ba­listik füzeler ve onları fırlatmaya yarayan sofistike araçlar, rehberlik, haberleşme ve söz konusu amaca ulaşmak için gereken diğer elektro­nik kapasiteler üzerinde yoğunlaşıyor. Batı, evrensel bir norm olarak nüfusça çoğalmamayı, bu normu gerçekleştirmenin araçları olarak da çoğalmama anlaşma ve denetlemelerini ilerletiyor. Batı, aynı zamanda, sofistike silahların yayılmasını ilerletenlere karşı her türlü yaptırımlarda tehditkar davranıyor ve bunu yapmayanlar için de bazı önerilerde bulunuyor. Batının dikkati, doğal olarak eylemde ya da potansiyel olarak kendisine düşman olan uluslar üzerine odaklanıyor.

Öte yandan , Batılı olmayan ülkeler. güvenlikleri için zorunlu say­dıkları hangi silah olursa olsun elde etme ve genişletmeye hakları olduğunu savunuyorlar. Bu ülkeler, Körfez Savaşı'ndan ne gibi dersler çıkardığı sorulduğunda Hindistan Savunma Bakanının verdiği cevap­taki gerçeği de kafalarına iyice yarleştirmişlerdir: "Nükleer silahlara sa­hip olmadıkça ABD ile savaşmayın ", Nükleer ve kimyevi silahlarla ile füzeler, belki hatalı bir şekilde, batının süper konvansiyonel gücünün potansiyel dengeleyicisi olarak görülüyor. Çin, daha şim­diden nükleer silahlara sahiptir. Pakistan ve Hindistan bu tür silahları yayma yeteneğine sahiptir. Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Cezayir, bu silahları elde etmeye çalışacak gibi görünüyorlar. Üst düzeydeki İran'lı bir yetkili, bütün Müslüman devletlerin nükleer silahları elde etmeleri gerektiğini ilan etmiş ve İran Cumhurbaşkanı, haberlere göre, 1988'de "savunma ve saldırı amaçlı, kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlar" geliştirilmesini isteyen bir emir çıkarmıştır.

Batının askerî güçlerine karşı koyucu gelişmeye dair merkezi biçimde önem taşıyan Çin'in askerî gücü ve askerî güç ya­ratma araçlarının beslenen genişlemesidir. Çarpıcı bir ekonomik ge­lişme ile su yüzüne çıkan Çin, askerî harcamalarını hızlı bir şekilde arttırıyor ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu ile enerjik bir yolda ilerliyor. Eski Sovyet devletlerinden silahlar satın alıyor: uzun menzilli füzeler geliştiriyor.

1992'de bir megatonluk bir nük­leer bombanın denemesini yaptı. Hava ikmal teknolojisi elde ederek güç-projeksiyon kapasitelerini geliştiriyor ve bir uçak gemisi satın al­maya çalışıyor. Çin'in askerî görünüşü (build up) ve Güney Çin Denizi üzerindeki egemenlik görüşü, Doğu Asya'da çok boyutlu bir bölgesel silah yarışını tahrik ediyor. Çin, aynı zamanda, büyük bir silah ve teknolojisi ihracatçısıdır Libya ve Irak'a, nükleer silah ve sinir gazı üretiminde kullanılabilen donanım ihraç etmiştir. Cezayir'e, nükleer si­lah araştırma ve üretimine uygun bir reaktör inşa etmekte yardım et­miştir. Çin, İran'a-Amerikan yetkililerinin inancına göre -yalnız silah üretiminde kullanılabilecek nükleer teknoloji satmış ve galiba Pakistan'a da 300 mil menzilli füzelerin araçlarını gemiyle gön­dermiştir. Kuzey Kore, kısa süreden beri ilerlemekte olan bir nükleer silah programına sahip olmuştur ve Suriye ile İran'a gelişmiş füzeler ve füze teknolojisi satmıştır. Silah ve silah teknolojisindeki akış genellikle Doğu Asya'dan Orta-Doğu 'ya doğrudur. Bununla birlikte, bir ölçüde zıt yönde hareket de vardır; örneğin Çin, Pakistan'dan Stinger füzeleri almıştır.

Batının askeri gücüne karşı koymak için gereksinim duyulan silah ve silah teknolojilerinin üyeleri tarafından aktarımını ilerletmek üzere düzenlenen Konfüçyen-İslamî bir askerî bağlantı, bu yolla oluşturulmaktadır.. Kalıcı olabilir ya da olmayabilir. Ancak, halihazırda, Dave McCurdy'nin dediği gibi, "bu bağlantı düşüncesini üretenler ve onların ta­raftar1arınca yürütülen, hainlerin karşılıklı yardım paktıdır." İslamî- Konfüçyen devletler ve Batı arasında, silahlanma yarışının yeni bir şekli böylece oluşuyor. Eski moda silahlanma yarışında, taraf­lardan biri öbürüne karşı denge sağlamak veya süperliğini kazanmak için kendi silahlarını geliştirirdi. Silahlanma rekabetinin bu yeni tar­zında ise, bir taraf silahlarını geliştiriyor, diğer tarafsa aynı zamanda kendi askerî kapasitesini azaltırken (karşı tarafın) silah geliştirmesini sınırlamak ve önlemekten başka bir denge kurmak için çaba harcamıyor..


Batı İçin Neticeler

Bu makale, uygarlık kimliklerinin diğer bütün kimliklerin yerini alacağı, ulusal devletlerin sona ereceği, her uygarlığın tutarlı, tek bir siyasi varlık haline geleceği bir uygarlık içindeki grupların birbirle­riyle çatışmayacağı ve hatta savaşmayacağını savunmuyor. Bu deneme şu hipotezleri ileri sürüyor: Uygarlıklar arasındaki farklar ciddi ve önemlidir; uygarlık bilinci artıyor; uygarlıklar arası savaşım, ha­kim global savaşım tarzı olarak ideolojik ve diğer savaşım biçimle­rinin yerine geçecek; tarihsel olarak Batı uygarlığı içerisinde oynanıp bitmiş bir oyun olan uluslar arası ilişkiler artan bir biçimde Batılılaşmışlıktan çıkacak ve Batılı olmayan uygarlıkların, basit objeleri değil aktörleri olduğu bir oyun haline gelecek; uluslar arası alanda başarılı siyaset, güvenlik ve ekonomi kurumları uygarlıklar arası olmaktan çok, denebilir ki uygarlıklar içerisinde gelişecek; farklı uygarlıklara bağlı gruplar arasındaki savaşımlar, aynı uygarlığa bağlı gruplar arasındaki savaşımlardan daha sık, daha kuvvetli ve daha şiddetli olacak; farklı bağlı gruplar arasındaki şiddetli mücadeleler global savaşlara yol açabilecek en muh­temel ve en tehlikeli tahrik kaynağıdır; Dünya siyasetinin odak noktası "Batı ile geri kalanlar" arasındaki ilişkiler olacak; Batılı olmayan bazı bölünük ülkelerdeki elitler memleketlerini Batının bir par­çası yapmaya uğraşacaklar fakat bunu başarma konusunda genellikle büyük engellerle karşılaşacaklar; orta vadeli gelecekte, mücadelenin odak noktası Batı ve çeşitli İslami-Konfüçiyen devletler arasında oluşacak. Bu, uygarlıklar arasındaki çatışmaların arzulanır bir şey olduğunu gerektirmez. Geleceğin ne biçimde olabileceği hakkında ses getirecek hipotezler ileri sürmektir.

Eğer bunlar akılcı varsayımlarsa bunlardan Batı politikasına dair çıkarılacak sonuçları gözden ge­çirmek gerekiyor. Bu sonuçların, kısa vadeli üstünlük ve uzun vadeli uzlaşma arasında ikiye ayrılması iyi olur. Açıkça ortadadır ki, kısa vadede Batının çıkarına olan şey,kendi uygarlığı içinde, özellikle Avrupaî ve Kuzey Amerikan unsurları arasında daha büyük bir birlik ve dayanışmayı ilerletmek; kültürleri Batı'nınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika'yı Batı toplumlarına katmak; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmek ve sürdürmek; uygarlık arasındaki önemli mücadeleleri büyük savaşlara dönüştürecek kışkırt­maları önlemek; Konfüçyen ve İslami devletlerin askeri kapasitelerini başaşağı etmek ve Doğu ile Güneybatı Asya'daki askeri süperliğini devam ettirmek; Konfüçiyen ve İslami devletler arasındaki farklılık ve anlaşmazlıkları kullanmak; Batılı değer ve çıkarlara yakınlık duyan diğer uygarlıklardaki grupları desteklemek; Batılı ve değerleri yansıtan ve geçerli kılan uluslararası kurumları; güçlendirmek ve Batılı olmayan devletleri bu kurumlara daha fazla karıştırmaktır.

Daha uzun vadede başka tedbirlere müracaat edilmesi gerekecektir.

Batı uygarlığı hem Batılı ve hem de moderndir. Batılı olmayan uygarlıklar, Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır. Bu güne ka­dar sadece Japonya, bu arayışta tam anlamıyla başarılı olmuştur. Batılı olmayan uygarlıklar, modernliğin parçası olan zenginlik, teknoloji, (bir takım) hünerler, makineler ve silahlar elde etme çabasını sürdü­receklerdir. Bu ülkeler aynı zamanda, bu modernliği geleneksel kültür ve değerleriyle telif etmeye çalışacaklardır. Ekonomik ve askeri güçleri Batıya oranla artacaktır. Batı, bundan dolayı, güçleri Batı'nınkine yaklaşan fakat değer ve çıkarları Batı'nınkilerden anlamlı bir yolla ayrılan Batılı olmayan bu uygarlıklarla artan bir biçimde uzlaşmak zorunda kalacaktır. Bu da Batı'nın, bu uygarlıklarla ilişkisinde, çıkarlarını korumak için gerekli olan ekonomik ve askeri gücü sürdür­mesini gerektirecektir. Ancak, bu durum, Batının, diğer uygarlıkların temelindeki asıl dinsel ve felsefi temeller ve bu uygarlıklara bağlı insanların çıkarlarını nerede gördükleri hakkında daha derin bir kavrayış geliştirmesini de gerektirecektir. Bu, Batılı ve diğer uygarlıklar arasındaki ortak unsurları saptamaya yönelik bir çabayı da gerektirecektir.. Uzak olmayan bir gelecekte, evrensel bir uygarlık olmayacak fakat bunun yerine, her biri başkalarıyla beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı uygarlıklardan oluşan bir dünya olacaktır.

7 . Sergei Stankevitch, 'Russia in search of Itself, The National Interest, Summer 1992, pp.47-5I; Daniel Schneider, A Russian Movement Rejects Western Tilt', Christian Science Monitor, Feb. , 1993, pp.5-7.

8 . Owen Harries, Avustralya'nın tersine biçimde bölünmüş bir ülke olmaya (O'na göre ahmakça) gayret ettiğini ileri sürmektedir. Avustralya her ne kadar, sadece Batının değil ABCA ordusunun da tam bir üyesi ve Batının istihbarat nüvesi olmuşsa da mevcut liderleri, onun tam anlamıyla Batılı olmadığı niyetlerini fiilen sergiliyor ve kendisini bir Asya ülkesi olarak yeniden tanımlıyor ve komşularıyla yakın bağlar kurup geliştiriyor. Kendileri Avustralya'nın geleceğinin Doğu Asya'nın dinamik ekonomileriyle beraber olacağını savunuyorlar. Ancak, ifade ettiğim gibi, yakın ekonomik işbirliği normal olarak ortak bir kültürel temele ihtiyaç duyar, Ayrıca, başka bir uygarlığa katılmak için zorunlu olan (yukarıda belirtilen) üç şarttan hiç biri, Avustralya örneğinde var olmamıştır.)



FOREING AFFAIRS - (Summer 1993, pp.22-49)

Hiç yorum yok: