RSS

23 Mart 2010 Salı

ARTHUR RIMBAUD / ILLUMINATIONS / ÇOCUKLUK

I

O KARA gözlü, sarı yeleli, kimi kimsesi olmayan. Meksi­ka ve Flemenk masallarından daha soylu; ülkesi nobran ma­vilikler, yeşillikler olan, o put, gemisiz dalgaların Yunanca, İs­lâvca, Keltçe yaban adlarla çağrılan sahillerde koşuyor.

Ormanın kıyısında - düş çiçekleri çınlayıp, açılıp, ışılda­yıp duruyor, - bir kız portakal dudaklı, çayırlardan çıkıp gelen pırıl pırıl tufanın içinde bacak bacak üstüne atmış [du­ruyor], denizin, biteyin, ebemkuşaklarının gölgelediği, bir baş­tan bir başa geçtikleri, giydirdikleri o çıplaklık.

Denize yakın taraçalarda fırdönen bayanlar; küçük kızlar, dev gibi kadınlar, yeşil - gri köpükler içinde güzelim siyahîler, koruların, o verimli toprakların üstünde dikilmiş duran el­maslar, bahçecikler buzu çözülmüş, - genç analar ve bakışları kutsal yolculuklarla dolu kızkardeşler, o kurumlu, barbar giy­sili sultanlar, prensesler, yabancı küçük kızlar, mutsuz ama tatlı kişiler.

Ne cansıkıntısı, «sevgili vücut» ve «sevgili yürek» çağı.



II

O bu, küçük ölü, ardında gül fidanlarının. - İnliyor taşlı­ğa ölü genç ana. - Kumda bağırıyor yeğenin arabası - Kü­çük oğlan kardeş - (Hindistan'da o ! ) orada, batan güneşe kar­şı, karanfil çayırında duruyor. - Dimdik gömülmüş ihtiyarlar şebboylu surlara.

Generalin evini çeviriyor bir yığın altın yaprak. Güneyde­ler. - Boş hana kırmızı yoldan varılır. Satılık şato; sökülmüş pancurlar. - Götürmüş olmalı papaz kilisenin anahtarını. Boş, ıpıssız, parkın yöresindeki bekçi kulübeleri. Öylesine yüksek ki duvarlar yalnız uğultulu tepeler görünüyor. Zaten, görüne­cek bir şey de yok içinde.

Horozsuz, örssüz o küçük köylere yükseliyor çayırlar. Yük­seldi su bendi. Ey haçlı tepeler ve çöl değirmenleri, adalar, de­ğirmen taşları.

Vızıldıyordu büyülü çiçekler. Bayırlar onu sallıyordu. Bir masalsı inceliğin hayvanları gidip geliyordu. Sonsuzluğun sıcak gözyaşlarıyla yapılmış bir engin denizde bulutlar toplanı­yordu.


III

BİR kuş var ormanda, durdurur seni türküsü, kızartır yü­zünü.

Bir saat var, çalmayan.

Ak hayvanların yuvaları, bir çukur.

İnen bir kilise ile çıkan bir göl.

Küçük, süslü bir araba, bir ağaçlığa bırakılmış ya da bir yolu inen dört nala.

Giyimli kuşamlı bir oyuncu topluluğu var yolda, ormanın arasından görünen.

Acıkınca, susayınca seni kovan biri var, en sonra.



IV

ERMİŞİM ben, bir taraçada yakaran,- otlayan o barış­çıl hayvanlarleyin. Filistin denizlerine dek.

Bilginim karanlık koltuktaki. Dallar ve yağmur vuruyor kitaplığın penceresine ..

O bodur ormanlara çıkan büyük yolun yaya yürüyeniyim; su setlerinin uğultusu ayaklarımı örtüyor. O iç karartıcı altın arıtmasını görüyorum batan güneşin.

Engin denizdeki dalgaların üstüne bırakılmış bir çocuk olabilirdim pekala, ağaçlıklı yol boyunca yürüyen, alnı göğe değen, küçük bir uşak. Çetin keçiyolları. Katırtırnaklarıyle ör­tülü tepeler.

Kımıltısız hava. Ne kadar uzakta kuşlar, kaynak­lar! Ancak sonu olabilir bu dünyanın, böyle yürürsen.



V

KİRALASINLAR artık bana bu kıyıları çimento kabart­malı, kireçle sıvanmış mezarı - ta dibindeki yerin.

Masaya dayıyorum dirseklerimi, lâmba, budalalığımdan birkaç kez okuduğum bu gazeteleri, hiç ilgimi çekmeyen bu ki­tapları nasıl da aydınlatıyor.

Enikonu uzak bir yerde olan yeraltı odamın üstünde ev­ler kök salıyor, sisler toplanıyor. Kırmızı çamur ya da kara. Kent, korkunç, ucu bucağı yok gecenin.

Lâğımlar, alçak. Yanlarda yoğunluğu yerkürenin, bir o.

Mavi uçurumlar, ateş kuyuları belki. Belki aylar, kuyruklu yıl­dızlar, denizler ve masallar bu düzlemler üstünde buluşuyorlar.

O kaygılı saatlerde, yakut, maden yuvarlar kurarım. Usta­sıyım ben suskunun. Ama niçin bu görünen deliği kubbenin köşesinde solgunlaşsın?


ÇEV: İLHAN BERK

Hiç yorum yok: