“Yarı çocuk, yarı dahi .” Oscar Wilde'nin yaşamöyküsünü yazan Hesketh Pearson, O'nun kişiliğini böyle niteliyor. Bir yandan O'nun gösteriş tutkuları içinde çocuksu bir uçarılık, bir yanda da olağanüstü düşünsel bir yeteneğin oyalanmaları, yetinmezlikleri, serzenişleri... Gelişmesi belli bir noktada takılıp kalmış bir duygusal benlik ile çok gelişmiş bir düşünsel benliğin sürekli çekişmesi... Oscar Wilde'in yaşamını da, sanatını da belirleyen, dengesinden uğratan en önemli etken belki de budur. Yaşamının ileri aşamalarında gitgide daha da sivrileşen bu karşıtlık, O'nun bütün başarılarının olduğu gibi, yıkımının da temelini oluşturmuştur.
En sevdikleri şey, başkalarını korkutmak olan çocuklar vardır; şaşırtmak için türlü kılıklarda davranışlar sergilerler.. Bunu yapmazlarsa bir türlü mutlu olamazlar... İşte Oscar Wilde'ın yarı benliği, bu tür çocuklardan biridir. Yemeyi içmeyi aşırı ölçüde sevmesi, yasakları delme duygusu, düş kurmaya, gülmeye yatkınlığı, yerli yersiz çalımları, hep bu çocuk yönünün dışa vurumudur.
Doğrudan doğruya yaşama ediminden çıkardığı bu tat, bu tadı sürekli bir coşkuyla büyütme çabası, O'nun çekiciliğinin, çevresindeki kişiler üzerindeki etkisinin en önemli kaynağıdır. Yerleşik törelere aykırı, görülmedik bilinmedik tatları arayıp bulgulama çabasında işi oyuna vurur. Yaşamının oynar... Ama arada yaşamını bir oyuncu bilinciyle sürdürmesi, gösterişçiliği, kalıptan kalıba, davranıştan davranışa girmesi, çok kimseyi kızdıran, giderek O' na düşman eden şeyler olur.
Oscar Wilde'ın kişiliğindeki düşünsel yetenek ise daha İrlanda'dayken okul yıllarında kendini belli eder... Oxford Üniversitesi'nde Magdalen College'deki öğrenimi sırasındaki bu düşünsel güç, gitgide bilenerek O'nun sanatının iğneli yer yer saldırgan, süslü, özdeyişli anlatım biçimini oluşturur.
Oxford'da en çok iki büyük adamdan etkilenir. Bunlardan birincisi John Ruskin, öteki de Walter Pater'dir. Genç Wilde, çağının bu iki ünlü estetikçi eleştirmeninin derslerini dinler. Önce daha çok Ruskin'in etkisinde kalır, ama sonraları Pater daha ağır basar. Yıllar sonra cezaevindeyken yazdığı, yaşamıyla sanatının dökümü olan 1905'yayınlanan “DE PROFUNDİS” te Walter Pater'in kişiliği üzerindeki en sürekli etki diye anacaktır.. Üniversite yıllarında Ruskin ile Pater'in kuramlarından gelişme “estetikçi akım”ı benimseyip kısa sürede bu akımın öncüleri arasına karışmasında bu etkinin payı büyüktür. (Ruskin öğretisini izleyen Pre-Raphaelite okulunun yapıtlarında görüldüğü üzere, güzelliğin yaratılmasının bir toplum görevi olduğunu söylüyordu... Estetikçi akımın ana kuramcısı Pater'e göre ise, güzelliğin yaratılması kişinin kendine karşı göreviydi. Böylece, estetik yaşantı, kendinden başka hiç bir amacı olmayan bir yaşantı oluyordu. Walter Pater “eleştirilmesi gereken bu yaşantının ürünü değil, kendisidir” diyordu...Oscar Wilde'in yaşamıyla sanatında tuttuğu yol , bu görüşlerin yorumlanmasıdır.
1891'de “The Picture of Dorian Gray - Dorian Gray'in Portresi -Güzel bir delikanlının, yaşam tadlarını en yüce güzellik diye öğütleyen dostlarının etkisiyle yıkıma sürüklenişinin öyküsüdür. Estetikçi akım ilkelerinin, duyusal tadlara kanmazlık, törelere aldırmazlık anlamında bayağılaştırılmış bir biçimde uygulanışını yansıtır.
Oxford'da öğrenimini başarıyla bitiren genç Oscar Wilde, 1897 yılında Londra'ya yerleşir. İki yıl içinde de çok ünlü bir kişi oluverir.
Ancak bu ün yarattığı sanat yapıtklarıyla kazandığı bir ün değildir. 1881'de yayımladığı şiirleri, geleneksel denemeler olarak görülmüş pek ilgi uyandırmamıştı. Bu ünü daha çok, Oxford'da tanıdığı bir kaç arkadaşının yardımıyla Londra yüksek tabakasına karışmaya borçludur. İlginç kişiliği, konuşma yeteneği, zekası, alaycı, ince gözlemleriyle soylu çevrelerde hemen benimsenmiştir. Bu seçkin tabaka göz kamaştırıcı bir biçimde yaşar, basında uzun uzun kendinden söz ettirir, kamu çoğunluğu da soyluların öykülerini, onlarla ilgili dedikoduları doymak bilmeyen bir merakla izler... İşte Wilde bu seçkinler arasında “estetikçi” öğretisini yaymaya başlar...
Yaşam bir takım toplumsal güzelliklerin yerine getirilmesi değil, güzelliklerin yaşanması olmalıydı... En yüce güzellik de sanatta bulunabilirdi. Sanat ise maddesel insan varlığının çok yönlü güçlerinden beslenmeliydi. Bu Victoria çağının katı töreci beğenisine bir başkaldırmaydı.
Resimde, müzikte, yazında, mimarlıkta duvar kağıtlarında, ev içi döşemeciliğinde 1850'lerden beri Pre-Raphaelite akımıyla süregelen bir değişme çabasının uzantısıdır, bu başkaldırma. .. Bütün bunların yanında giyimde de bir devrim görülür: Oscar Wilde kadife ceketi, dizboyu pantolonu, kocaman yakalı bol ipek gömleği, açık yeşil boyunbağı, yakasına iliştirilmiş koca bir ak zambak ya da günçiçeğiyle ortaya çıkar..
Herkesi şaşırtır, çok kişiyi de öfkelendirir. Hep güzellikten sözeden, beğeni üstüne söylevler çeken bu aykırı adam orta tabaka insanlarının da ilgisini çekmeye başlar. Ünlü gülmece dergisi “Punch” da karikatürleri yayımlanır. Öğretisi taşlamalara konu olur. Gilbert O'Sullıvan'ın 1881'de oynanan “Patience” adlı güldürülerinde kadife ceketli kısa pantolonlu Bunthorne, herkese nasıl estetikçi olunacağını öğretir.
Bütün aşırılıklarına gülünçlüğüne karşın Wilde'nin öğretisinin anlamlı yönü, yeni bir çağdan, yeni bir beğeni biçiminden sözetmesi, yığınları yeni kavramına alıştırması oluyordu. Yeni bir kültür dönemi başlıyordu. Toplumsal sorun olarak sanatın, güzellik kuramlarının daha çok ağırlık kazanacağı bir dönem... Estetik yaratı düşüncesi gökten yere indirilmiştir. Her türlü tanıtma, ilgi çekme yönteminin, çığırtkanlığın gündelik yaşama hem de sanata mal edilmesi, yirminci yüzyılda gelişecek çarpıcı iletişim biçimlerinin çekirdeğidir.
29 Mart 2010 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder