KUŞKU ÇAĞI
Çev: Bedia Kösemihal
Adam Yayınları / Şubat 1985
Günümüzde romanın psikolojik roman ve durum romanı olarak birbirinden ayrı iki türe ayrıldığı sık sık tekrarlanan bir şey. Bir yanda Dostoyevski türü, öte yanda Kafka türü. M. Roger Grenier' ye bakılırsa, Oscar Wilde'ın ünlü paradoksunu sergileyen sıradan olaylar bile, bu iki türe ayrılıyor. Fakat edebiyatta olduğu gibi gerçek hayatta da Dostoyevski türlerine daha az rastlandığı söyleniyor. M. Grenier' nin görüşüne göre, “çağımızın dehası Kafka'nın lehine çalışıyor. SSCB'nin ağır ceza mahkemelerinde bile Dostoyevski tipleri görülmez oldu.” Bugün işimiz, diyor M. Grenier, «kâhini Kafka olan bir çağın cansız kişileriyle, homo absurdus'leriyle uğraşmaktır .”
«Psikolojik» diye tırnak içine alınarak bir çeşit alayla adlandırılan bu bunalımın, makine uygarlığı altında ezilen çağdaş insanın durumundan kaynaklandığı söyleniyordu. Mme. Cl. Edm. Magny'ye göre çağdaş insan, “açlık, cinsellik ve sosyal” sınıfların üçlü determinizmiyle, yani “Freud, Marx ve Pavlov” ile sınırlıydı. Öte yandan bu bunalımın, yazarlar için olduğu kadar okurlar için de bir umut çağı açtığı ileri sürülüyordu.
Proust'un, “izlenimini nüfuz etme gücünün yettiği kadar geliştirerek gerçeğin, gerçek dünyanın ve otantik izlenimlerimizin uç derinliğine ulaşabileceği” ni sandığı günler geride kalmıştı. Birbiri ardı sıra gelen düş kırıklıklarından ders alanlar, böyle bir uç derinliğin var olmadığını artık anlamışlardı. “Otantik izlenimimiz” birbirinden farklı biçimlerde ortaya çıkıyor ve bu derinlikler sonsuzluk içinde üst üste yükseliyorlardı.
Proust'un analizinin ortaya çıkardığı, bundan böyle, bir yüzeyden başka bir şey değildi. Bir zamanlar, haklı olarak büyük umutla bakılan bir başka derinliğin - iç monoloğun- gün ışığına çıkardığı da gene bir yüzeydi. Aşamaları atlayarak, bir hamlede birçok derinliği aşan psikanalize gelince, psikanaliz, klasik içebakışın - introspection'un yetersizliğini ortaya koymuş; her çeşit araştırma yönteminin mutlak değerinden kuşkuya düşülmesini sağlamıştı.
Bu durumda, «homo absurdus», Nuh'un güvercini, kurtuluşun muştucusu oluyordu.
Kısır girişimler, yorucu sözler, sinir bozucu, kılı kırk yaran araştırmalar, pişmanlık duyulmadan bir yana bırakılabiliyordu artık. Kendisine karşı koyan güçlerin oyuncağı, ruhsuz bir beden haline gelen çağdaş insan, sonuç olarak sadece dışa göründüğü gibi idi. Bu insan kendini bıraktığında, yüzeysel bir bakışın onun yüzünde görebileceği hareketsizlik ile anlamsız uyuşukluk, birtakım iç hareketler gizlemiyordu artık. Psikoloji meraklılarının onun ruhunda bulunduğunu sandıkları hep aynı suskunluktaki o uğultu», sonuç olarak sessizlikten başka bir şey değildi.
Çağdaş insanın bilinci, «ait olduğu çevreden edindiği benimsenmiş fikirlerin» dayanıksız izleğinden başka bir şey değildi. Bu benimsenmiş fikirlerin kendileri de, «derin bir hiçliği», handiyse «benliğin yokluğunu» gizliyorlardı. «İç dünya», «insanın kendisiyle olan dile getirilemez içli dışlılığı», aldatıcı bir aynaydı sadece. Onca çaba ve düş kırıklığının kaynağı olan «psikoloji» yoktu.
Bu yatıştırıcı saptama, genellikle tasfiye ve vazgeçmelerden kaynaklanan o iyimserlik duygusunu da yanında getiriyordu.
O halde yeni bir atılım yapılabilir, geçmişteki düş kırıklıkları bir yana bırakılarak, «yeni temeller» atılabilirdi. Artık önümüzde, daha elverişli, daha umutlu yollar vardı sanki. Yepyeni şeyler vaat eden sinema sanatı, verimsiz çabalar sonucu, çocuksu ve dokunaklı bir alçakgönüllülük kazanan romana yeni teknikler getirecek, yardım edecekti. Genç Amerikan romanının sağlıklı basitliğiyle kaba gücü bizim romanımıza da bulaşacak, aşırı çözümlemeler içinde bocalayan ve yaşlılıktan kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalan romanımıza canlılıkla güç katacaktı. Edebi nesne, klasik yapıtların o sağlam, sağlıklı, belirgin çizgili, bitmiş görünümünü alacaktı. Romancının sıradan bir süsleme olarak gördüğü; aşırı bir tutumlulukla kullandığı ve psikolojik'in hizmetine vermiş olduğu - sadece betimsel olan - «şiirsel» öğe, o küçük düşürücü yardımcı rolünü yitirecekti. Proust'a onca kaygı esinlemiş olan «zevkli insanlar» ın en büyük tatmin olarak gördükleri üsluba gelince, «psikolojik»in imbikten geçirilmiş incelikleri, eğilip bükülmeleri ve hantallıklarıyla artık pek bağdaşmadığından, o uyumlu biçimiyle inceliğini yeniden kazanacaktı.
Öte yandan, öğretisi Amerikalılar' ınkine pek uygun düşen Kafka, burnunun ucundan ötesini görmeme ve her şeyi çok yakından inceleme miyopluğundan nihayet kurtulan romancıya, henüz keşfedilmemiş alanların hangileri olduğunu gösteriyordu.
Bazı kuruntuları, bütün bu güvence ve vaatlere karşın sürdürmekte diretenler ile, bu derin suskunluğun arkasında, o eski uğultunun bir yankısının olup olmadığını merak edenler artık tamamen emin olabilirlerdi.
Romanın titizlikle sınırladığı bu evren parçası - analizin teşrih bıçağı altında can veren o biçimsiz ve yumuşak özdekten farklı olarak - ayrıştırılması kesinlikle mümkün olmayan sert ve kapalı bir bütün oluşturuyordu. Onun bu sertlik ve donukluğu, iç karışıklık ve yoğunluğunu korumasını sağlayacak, böylece ona, okuyucu algılayışının çorak, yüzeysel alanlarına değil de, «hassas ruhun en savunmasız, en belirsiz alanlarına», yani en verimli alanlara ulaşma imkanı verecekti. Nesneyi bütün ayrıntı ve karışıklığıyla bir çırpıda kavramayı sağlayarak, okuyucuda gizemli ve kurtarıcı bir şok yaratacak, okuyucuya bir çeşit coşkulu sarsıntı yaşattıracaktı. Görünüşe bakılırsa yitirilmiş hiçbir şey yoktu ortada; kazançlı çıkılmıştı.
Albert Camus'nün Yabancı adlı kitabı çıktığında, haklı olarak bütün umutlarm gerçekleşeceği sanıldı. Gerçek değeri olan bütün yapıtlar gibi o da tam zamanında yetişmişti; beklentilerimizi .yanıtlıyor, kuşkularla kararsızlıkları belirginleştiriyordu. Bundan böyle kimseye özenecek bir şeyimiz kalmıyordu; bizim de «homo absurdus»ümüz vardı artık. Bu homo absurdus'ün Dos Passos ya da Steinbeck kahramanlarından üstünlüğü, bu kahramanlar gibi uzaktan ve dıştan değil de, psikoloji meraklılarının çok sevdiği klasik içebakış yöntemiyle canlandırılmış olmasıydı: Artık roman kişisinin iç boşluğunu, çok yakından ön locadan saptayabiliyorduk.
Maurice Blanchot'nun dediği gibi, «Bu yabancı, kendisiyle olan ilişkisinde, sanki bir başkası onu görüyormuş, ondan söz ediyormuş gibi davranır ... Tamamen dıştadır. Ne ölçüde, kendisini düşünmez, hissetmez, kendisiyle içli dışlı olmazsa o ölçüde kendisidir. Bütün psikolojik kalıplardan, bütün sahte öznel açıklamalardan soyutlanmış haliyle, bütünüyle dıştan bir betimleme ile yakalanmaya çalışılan insan gerçekliği imgesinin ta kendisi olmuştur artık.”
Mme. Cl. Edm. Magny ise şöyle diyor: «Camus, kahramanının iç boşluğunu ve onun aracılığıyla bizim kendi iç boşluğumuzu göstermek istiyor ... Meursault, bilinciyle varlığının normal boşluğunu örten toplumun konfeksiyon giysilerinin tümünden soyutlanmış insandır. Kendi içinde yakalamaya çalıştığı duyguları, psikolojik tepkileri (annesinin ölümü sırasında duyduğu üzüntü, Maria'ya olan aşkı, Arap'ı öldürmekten duyduğu pişmanlık) kendi içinde bulamaz. O başkalarının onun hakkında düşündüklerinin tıpatıp aynını düşünür,»
Gerçekten de, annesinin cenaze töreni bölümünde, kendisinde, klasik analizin korkak bir ruh haline kapılmadan keşfedemediği bazı duygular, aynı analizin ortaya çıkardığı «belirsiz, ürkek», balıkların suda kaçışmalarını andıran bazı gelip geçici düşünceler - kırlarda geçen güzel bir sabah vaktinin kendisine verdiği zevk, bu cenaze töreni yüzünden kaçırdığı gezinti, bu sabah saatlerinde yapmaya alışkın olduğu şeylerin amları gibi buluyorsa da, annesiyle uzaktan yakından ilgili her şey, yalnızca sıradan üzüntü değil, (Virginia Woolf'un kahramanları gibi, bize fazla belli etmeden, bir kurtulma ya da haz da duyabilirdi) en ufak düşünce olsun, en ufak duygu olsun her şey, sanki tılsımlı bir değnekle dokunulmuşçasma tamamen yok olur. İyice silinmiş, gerektiği gibi hazırlanmış bu bilinçte, çocukluk izlenimlerine ilişkin en ufak bir anı; edebi anılara, kalıplaşmış coşkulara karşı en iyi biçimde korunduklarını sananların bile ram oldukları konfeksiyon duyguların en ufak bir gölgesi yoktur.
Bu anestezi hali öylesine derin ki, Janet'nin “boşluk duyguları” diye adlandırdığı hastalıktan yakınan hastaları düşüneceği geliyor insanın. Bu hastalar hep şu sözleri tekrarlar: «Bütün duygularım yok oldu ... Kafamın içi boş... Kalbim boş... İnsanlar da eşyalar da benim için anlamsız ... Her eylemi yapabilirim ama, yaparken ne acı ne de zevk duyuyorum... Hiçbir şeyden hoşlanmıyorum, hiçbir şeyden nefret etmiyorum ... Canlı bir heykelim; başıma ne gelirse gelsin, herhangi bir coşku, ya da duygu duymam olanaksız ... »
Bu dil benzerliğine karşın, Albert Camus'nün kahramanıyla Janet'nin hastaları arasında hiçbir ortak nokta yok. Bazı noktalarda onca duyarsız, onca kaba ve budala görünen Meursault, bazı yerde büyük bir ince zevklilik, eşsiz bir kibarlık içinde: «Kadın, kemikli, uzun yüzünü hiç gülümsemeden eğdi» ... «Mavi ve beyaz gökle o renklerin tekdüzeliği arasında kaybolmuş gibiydim, asfaltın yapışkan siyahlığı, giysilerin donuk siyahlığı, arabanın parlak siyahlığı»... Gölgelerin ve ışıkların ince oyunlarını, göğün değişken renk ayrımlarını bir şair inceliğiyle veriyor: «Sınırlarını aşarken görüntüyü titreten güneş»i, «gece ve çiçek kokusu»nu anımsıyor. «Sessizliğin içinden açan bir çiçek gibi yavaş yavaş yükselen bir yakarı» duyuyor. Bu sıfatların seçimini yönlendiren kusursuz bir zevki var onun. Bize, «uyuklayan bir kara çıkıntısı»ndan, «belli belirsiz bir esinti»den söz ediyor.
Ama dikkatini çeken bazı ayrıntılara bakacak olursak daha da şaşırtıcı şeyler görürüz: Sözgelimi, manyağın öyküsü; bir de köpeğine nefretle işkence eden, öte yandan da onu derin bir coşkuyla seven yaşlı Salomon' un öyküsünde de görüldüğü gibi, Meursault dikkatli ve ölçülü bir biçimde de olsa, uçurum kenarlarında dolaşmaktan gocunmaz. Maurice Blanchot'nun, «insanın gerçek ve değişmeyen kipi, 'düşünmüyorum, düşünecek hiçbir şeyim yok'tur» sözlerini, Meursault, her ne kadar «temizlik» ve «bilinçsizlik»le ortaya koysa da, aslında o sanıldığından çok daha bilinçlidir. Ağzından kaçırdığı, «bütün sağlıklı insanlar sevdikleri insanların ölümünü az ya da çok istemiş (ler) dir» gibi sözler, cüretli noktaların yasak ve tehlikeli alanlara kadar götürüldüğünü ve bunun başkalarının olduğu kadar kendisinin de başından geçtiğini bize gösteriyor.
Kitap boyunca kurtulamadığımız bu sıkıntı ortamı, büyük bir olasılıkla, iyice ortaya çıkmış bu çelişkilerden ileri geliyor. Sadece kitabın sonunda, Camus'nün kahramanı, «içinde bir şeylerin patladığı»nı ve «kalbinin derinliklerinden taştığını» hissettiğinde kurtuluruz bu sıkıntıdan: «Ellerim boştu sanki. Ama kendimden emindim, her şeyden emindim ... hayatımdan, beni bekleyen ölümden emindim... Haklı çıkmıştım; gene haklıydım, her zaman haklıydım ... Başkalarının ölümünün ne önemi vardı; pir ananın sevgisinin ne önemi vardı, ne önemi vardı benim için... seçilen hayatların, seçilen yazgıların, beni ve benimle birlikte milyarlarca ayrıcalıklıyı tekbir yazgı seçtikten sonra... Herkes ayrıcalıklıydı... Yalnız ayrıcalıklılar vardı. .. Başkaları da bir gün mahkum edilecekti elbet.»
Sonunda her şey açığa kavuşmuştur. İçten içe kuşkulandığımız şey, ansızın kesinleşmiştir. Yeni insanı temsil edeceğini sandığımız bu genç, kaba saba memur, aslında bizim, sanımızm tamamen zıddı bir durumdadır. Bazen, somurtkan bir çocuğun inatçı inkarcılığını anımsatan davranışı, aslında, kararlı bir tavır, umarsız ve açık bir karşı çıkma, örnek bir davranış, belki de bir derstir. Gerçek aydınlara özgü istençli bir taşkınlıkla ürettiği katışıksız coşkusu, olağanüstü duyarlığıyla anlattığı trajik bir deneyimin ürünü olan bilinçli bencilliği, sürekli boşluk duygusu (zaten, «öğrencilik döneminde çok hırslı» olduğunu ... ama sonradan, «öğrenimini bırakmak zorunda» kaldığında, «bütün bunların gerçek bir önemi olmadığını çok çabuk» anladığını bize çıtlatmamış mıydı?) Yabancı'yı Gide'in lmmoraliste'ine benzetmemizi sağlıyor.
Albert Camus'nün kitabın sonuna kadar büyük özenle kaçındığı psikolojik açıklamalar ve analiz sayesinde, aklın almadığı şeyler ve çelişkiler açıklanmış; kayıtsız şartsız kendimizi bıraktığımız coşku da böylece doğrulanmış oluyor.
Albert Camus'nün düştüğü durum, Kral Lear'in çıkar gütmeyen kızı tarafından ağırlanması durumuna benzetilebilir. Titiz bir ayıklamayla kökten yok edilmeye çalışılan, ama zararlı bir ot gibi hep yeniden fışkıran «psikolojik», sonuç olarak O'nun kurtarıcısı olmuştur.
Ama kitabını kapatır kapatmaz, ne kadar yatışmış olursak olalım, gene de yazar hakkında bir çeşit hınç beslememek elden gelmez: Bizi uzun süre yanıltmıştır; onun kahramanına karşı davranışı, bize yetişkin kızlarına çok kısa etek giydirmekte direten anneleri fazlaca hatırlatmaz mı? Bu eşitsiz savaşta - tıpkı doğa gibi psikolojik durum üstün gelmiştir.
Ama belki de Albert Camus, tam tersine, bizim iklimlerimizde psikolojiden vazgeçmenin imkansız olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Niyeti bu ise adamakıllı başarmıştır bunu.
Peki ama, ya Kafka! Onun «homo absurdus»ünün bir serap olmadığını kim savunacak? Onda, önceden tasarlanmış, ne istençli bir tutum, ne öğretici olma endişesi, ne de bir önyargı vardır. O zararlı şeyleri ayıklama çabasına ihtiyaç duymaz: Bizi sürüklediği çorak topraklar üzerinde en ufak bir bitkiye rastlayamayız.
Oysa Kafka'nın, ustası olmasa da en azından habercisi olan Dostoyevski'ye - bugün sık sık ileri sürüldüğü gibi - ters düştüğünü söylemek kadar keyfi bir şey olamaz. Kafka, - farkında olsunlar, olmasınlar nasıl günümüz Avrupa yazarlarının habercisi olmuşsa, Dostoyevski de onun habercisi olmuştur.
Dostoyevski'nin açtığı geniş alanlar üzerinde Kafka, bir yol, dar, uzun bir yol çizmiş, bu yolu tek yönde uzatıp sonuna kadar yürümüştür. Bundan emin olmak için, nefretimizi yenerek bir an geriye dönmemiz ve uğultuların en yoğununa dalmamız gerekiyor. örneğin, saygıdeğer Zosima'nın hücresinde, birçok dinleyicinin karşısında, ihtiyar Karamazov sahneye girer ve kendisini şöyle tanıtır: «İşte karşınızda bir soytarı, gerçek bir soytarı!. .. Ben kendimi böyle tanıtırım .... Ne yazık ki eski bir alışkanlık bu ... » Sonra eğilir bükülür, yüzünü buruşturur; bir tür Saint - Guy dansı içinde kırılıp dökülerek, biçimsiz kıvranışlarla kendini sergiler. Vahşi, acı bir açıksözlülükle bu alçaltıcı duruma nasıl düştüğünü anlatır. Bir yandan alçakgönüllülük gösterirken, öte yandan sağa sola çatar. Bunlar Dostoyevski kahramanlarının pek sevdikleri, hem tatlı, hem de iğneleyici sözlerdir: utanmazlıkla hepsi yalan söyler, suçüstü yakalanınca da kendilerini kurtarırlar. Karamazov'u kapana kıstıramazsınız, iyi tanır kendini o: «Bunu biliyordum ben, hatta konuşmaya başlar başlamaz sezmiştim, hissetmiştim ... » der. Zira tuhaf kehanetleri vardır onun; devam eder: «Dahası var, bunu bana söyleyeceğinizi daha önceden hissetmiştim,» der. Böylece, kendisiyle birlikte başkalarını da alçalttığını fark etmiş gibi daha da küçülür; onları itibardan düşürür; sırıtır, suçunu kabullenir: «Bunların hepsini şu anda uydurdum ... » der; tıpkı kendisinde hastalığının arazlarını arayan bir hasta gibi, dikkatini kendine yönelterek, inceler ve kollar. Bu çabaların hepsi başkalarını elde etmek, başkalarıyla barışık olmak, onları yumuşatmak içindir. örneğin, «Benim bu yapmacıklarım, daha sevimli olmak içindir ... Zaten bunları neden yaptığımı ben de bilmiyorum.» der. Etrafınızda dönüp dolanırken giysilerini teker teker fırlatan sirk palyaçolarını andırır: «Belli etmiyorum ama, belki de içimde bir şeytanlık saklı,» diyerek daha da küçülür. «Zaten benim gibi ufak çaplı kişilerden ne beklenir? Daha önemli biri olsaydım ortaya bambaşka şeyler koyardım,» dedikten sonra hemen saldırıya geçer: «Sizden söz ettiğim yok, siz de değersizin birisiniz ... » der. Staretz onu yatıştırmaya çalışır: «Yalvarırım size, kaygılanmayın, çekinmeyin ... evinizde gibi davranın ... (zira o da bu sırada, fokurdayan, taşan bir uğultunun içinde, ufak bir tiksinti bile göstermeden onu inceliyordur), her şeyden önce, kendinizden bu kadar utanmayın, her şeyin başı budur.» Karamazov cevap verir: «- Evimde gibi mi davranayım? Yani doğal halimde mi olayım? .. Ya, o kadarı fazla, çok fazla,» ve arsız bir öğrenci şakası yapar, sonra hemen ciddileşir. Staretz onu iyi anlamıştır. Karamazov, kendisine kondurulan düşünceye ters düşmemek için söylediklerini daha da abartmaya başlar: «Zaten, ben insanlara yaklaşınca,herkes bana soytarı gözüyle bakar ... o zaman da ben kendi kendime, 'hadi bakalım gir soytarı kılığına,' derim, çünkü sizler benden. çok daha aşağılıksınız ... Bunun için soytarıyım, utancımdan soytarıyım, yüce Staretz, utancımdan ... » Ardından, diz çöker, «şaka mı yapıyor, yoksa üzülüyor mu» pek anlaşılmaz. Devam eder: «Üstad! Ölmezliğe ulaşmak için ne yapmalıyım?» Staretz biraz daha yaklaşarak şöyle der: «En önemlisi, kendinize yalan söylemeyin. .. Kendisine karşı yalancı olan kişi, hakaret görecek olanların başındadır... Kimsenin kendisine karşı saygısızlık etmediğini bilir ama, gene de, tatmin oluncaya ve büyük zevk duyuncaya kadar kendini aşağılatmaktan geri kalmaz ... » Söylediğini iyi bilen bir bilgiç tavrıyla Karamazov, Staretz'i doğrular: «Evet, çok haklısınınz, ben bütün ömrüm boyunca, güzellik uğruna, zevkle aşağıladım kendimi; çünkü aşağılanmak, yalnızca zevkli değil, bazen güzeldir de ... Siz bunu unuttunuz yüce Staretz... güzeldir!» Sonra sıçrayıp bir kez daha döner, üzerindeki soytarı giysilerinden birini daha çıkarır: «Ben hep böyle yalan söyler, soytarılık yaparım sanıyorsunuz değil mi? Sizi sınamak için oynadım bu güldürüyü. Gururunuzun yanında acaba benim alçakgönüllülüğüme de yer var mı diye ... »
Bu girdaptan su yüzüne çıkarken, nesneyi dıştan çizmekle yetinen yöntem taraftarlarının okuyucuya verdikleri değeri (ve böylelikle tuhaf bir çelişkiyle kahramanlarından esirgediklerini okuyucuya bırakmalarını) hayranlıkla karşılamamak imkansız. Çünkü bu yazarlar, okuyucunun, uzun bir romanı okuduktan sonra, az önce altı sayfada kabaca özetlediğimiz bölümün hiç olmazsa bir parçasını algılayabileceğini hayal edebiliyorlardı.
Bütün bu olağandışı bükülmeler - günümüzde, M. Léautaud gibi, ciddi bir şekilde, “akıl hastası Dostoyevski” den söz edebilenler bulunmasaydı, bunu ayrıca belirtmeye gerek kalmazdı sanıyorum, bu düzensiz sıçramalar, bu yüz buruşturmalar, güçlükle algılanabilen bu ince, kaçıcı, çelişken, kayboluveren hareketler, zayıf titreşimler, çekingenlikle yapılmış bu çağrı ve geri çekilmeler, kayıp giden bu belirsiz gölgeler, sürekli bir iç içe geçmeyle insan ilişkilerinin göze görünmeyen izleğini -ye yaşamımızın gerçek özünü meydana getiren bütün bu şeyler, tıpkı, bir elektrik akımının değişimlerini büyülterek çizen galvanometre ibresi gibi kesinlikle, süssüz, yaltaklanması olmayan bir kesinlikle dışa vurulur.
Dostoyevski'nin bu yüzey altı hareketleri göstermek için kullandığı yöntemler kuşkusuz ilkel yöntemlerdir. Dostoyevski çağımızda yaşamış olsaydı, modern tekniğin sağladığı daha hassas araştırma araçlarıyla bu hareketleri doğuş anında kavramayı başaracak, bütün o abartılı hareketlerden vazgeçebilecekti. Ancak bizim tekniklerimizi kullanmakla, kazanacağına belki de çok şey kaybedecekti. Bu teknikler O'nu daha fazla gerçekçiliğe ve daha büyük bir titizliğe yöneltecek, fakat Dostoyevski, anlatma biçimindeki dahiyane atılgan1ığı ve özgünlüğü kaybedecek, şiirsel hayal gücünden, trajik kuvvetinden biraz vazgeçecekti.
Hemen şunu belirtelim ki, bu ani sıçramaların, dönekliklerin, taklaların, kehanet ve itirafların, sonuçta günümüz analiz yöntemlerine varmakla suçlanan yanıltıcı soyut güdülerle kesinlikle hiçbir ilgileri yoktur. Bütün bu yüz buruşturmalarm gün ışığına çıkardığı, atomların hareketlerini andıran bu girdaplar, bu yüzey altı dalgalanmalar, gerçekte eylemin kendisinden başka bir şey değildirler ve Dos Passos'un kaba hatlı eyleminden ya da bir filmden - Dostoyevski'nin çok sevdiği bir sözcüğü kullanmak gerekirse - sadece, yeraltı incelikleri, doğaları ve karmaşıklıklarıyla ayrılırlar.
Bu dalgalanmaları, değişik derecelerde, sonsuz değişkelerle bütün Dostoyevski kişilerinde buluruz. Yeraltından Notlar'ın kahramanlarında, Hippolyte'te, Lebediyef'te, Gruşenka'da ya da Rogojin'de de vardır bunlar. Ama, incelik, güç anlaşırlık ve kapsamda bütün öbür Dostoyevski kişilerini aşan Ebedi Koca'da çok daha fazladırlar. Hatırlayacaksınız, aynı kaçamak atlayıp zıplamalar, aynı sahte bozuşmalar, aynı bilgiç laf sokuşturmalar, aynı şaşırtmacalar, aynı yakınlaşma denemeleri, aynı olağanüstü önseziler, aynı kışkırtmalar onda da vardır. Kinin şefkate, isyan ve öfkenin bir çocuk uysallığına, bayağılığın gerçek gurura, kurnazlığın saflığa, sonsuz inceliğin sonsuz kabalığa, içli dışlılığın savunmaya karıştığı hep aynı derecede incelikli esrarlı bir oyundur bu. Ebedi Koca kişisi, sataşır, kışkırtır; saldırır, sırnaşır ve bekler; arandığı zaman kaçar, kovulunca gitmez, yerleşir; kendisine acındırırken ansızın ısırır; ağlar, sevgisini gösterir; kendisini çiğner, adar; biraz sonra da elinde usturayla sizi öldürmek için üstünüze yürür. İçine saldırgan ve sırnaşık küçültme ekleri serpiştirilmiş, iyilik taslayan,yaltaklanan, biraz alaycı bir dille, o günün Rusça'sında hem kıncı hem de yüceltici bir saygıyı vurgulayan, bayağı bir ıslık sesi çıkararak, uzadıkça uzayan, dalkavukluk taslayan, saldırgan soneklerle konuşur; ve bazen ansızın ciddiyetle silkinerek baskı altına alır, ödüllendirir, affeder, ezer.
Bu davranışlar Dostoyevski'nin yapıtlarında öylesine çok tekrarlanır ki bir çeşit tekdüzelikten yakınmaya başlarız. Bazen, bir saplantıyla, bir sabit fikirle baş başa kaldığımız izlenimine kapılırız.
«Dostoyevski'nin bütün kişileri aynı kalıptan çıkmıştır,» der Gide; «çeşitli dozlarda gösterdikleri tepkiler değişik olsa bile, alçakgönüllülükle gurur, eylemlerinin gizli zembereklerini oluşturur.»* Ama bize öyle geliyor ki, bu kişilerdeki gurur ve alçakgönüllülük bu çeşitliliğin birer göstergesinden başka bir şey değildir. Bunların arkasında, gurur ve alçakgönüllülüğü sadece bir sonuç olarak ortaya çıkaran bir hareket, çok daha gizli bir zemberek vardır. Dostoyevski'nin, biçimleri ayrı da olsa bütün yapıtlarının ana malzemesini çıkardığını söylediği «ölümsüz derinlikten söz ederken gönderme yaptığı şey, uğutulu dev kütle içinden ilerleyen kuvvet çizgilerinin birleştikleri o yer, bütün öteki hareketleri dürten ilkel harekettir. Bu birleşme yerinin, bu derinliğin tanımlanması oldukça güçtür. Katherine Mansfield'in bir çeşit korku, hatta belki de belli belirsiz bir tiksintiyle, «this terrible desire to establish contact - «şu korkunç ilişki kurma isteği» - diye adlandırdığı şeyden sonuçta farklı olmadığını söylersek, onun hakkında bir fikir edinebiliriz belki.
Bu kişilerde, hangi yoldan olursa olsun başkalarına ulaşmaya, başkalarının iç dünyasında mümkün olduğu kadar fazla yol almaya, başkalarının tahammülü imkansız ketumluğunu kırmaya zorlayan, başkalarını kendilerine açılmaya, kendilerindeki gizli uçurumları başkalarına açmaya çağıran şey, imkansız ve yatıştırıcı bir birleşmeye, ilişki kurmaya duydukları manyakça ve sürekli ihtiyaçtır. Bire bin katarak anlattıkları ve başkalarının gözlerine yansıttıkları geçici gizlenmeler, kaçamaklı sıçramalar, çelişkiler, gizlemeler, tutarsızlıklar, başkalarının merakını uyandırmak ve onları kendilerine çekmek için yaptıkları cilvelerdir. Alçakgönüllülükleri, başkalarının açık yüreklilik ve anlayışına yönelik bir duyarlılık, bir yakınlık, bir uysallık, bir yumuşaklık, değişik biçimlerde ortaya çıkan çekingen bir çağrıdır: Ağırbaşlılık ve kendini beğenmişliğin diktiği bütün duvarlar yıkılır; herkes birbirine yaklaşabilir, korkmadan girebilir içeri, giriş serbesttir. Gurur ise, isyan ettirici geri çevrilmeler ve çağrılarına ters düşen isteksizler karşısında hızları kesilince, alçakgönüllülüklerinin sızmaya çalıştığı yol tıkanınca ortaya çıkar. O zaman da, geri manevra yaparak, nefret, küçük görme, acı verme aracılığıyla, ya da yürekli ve cömert bir davranış sayesinde başka bir çıkış yoluna saparlar; amaçları başkalarıyla ilişkiyi yeniden kurmak, başkalarını yeniden ele geçirmektir.
Başkalarının gönlünü çelmek, onları kazanmak istercesine kendi imajlarını her an başkalarına göre biçimlendirmeye dayanan o çok özgül yumuşak başlılıkları, o gizemli esneklikleri, muhalif, mesafeli, ya da sadece kayıtsız davranamamalarından, «kendi tavırlarını» koruyamamalarından ileri gelir. Kendini alçalmış hissedenleri daha çok alçaltmaya dayanan ve kendileriyle birlikte onları da alçalmaya sürükleyen dürtü de bundan kaynaklanır.
Andre Gide gibi, «bilmiyorlar, kıskanç olamazlar,» «kıskançlığın yalnızca acısını biliyorlar,» desek de, bu, kıskançlığın gerektirdiği karşıtlığın dayanılması zor bir mücadeleyi üretmesinden ve bu kişilerin bu mücadeleden ne pahasına olursa olsun kaçınmalarından ileri gelir. Bu yüzden, Dostoyevski kişilerinde, karşıtlık ya garip bir yumuşaklıkla örtülerek yok olur, ya da üstünkörü belirtmek istersek, nefret diyebileceğimiz o çok özgül duyguyla, - sevilen nesne aracılığıyla - rakibe yaklaşmak, ona kavuşmak, onunla kucaklaşmak biçiminde ortadan silinir.
Rilke'nin, «Kavga ve küçümseme katılma biçimleridir,» (oysa) «bilgece anlamazlıktan gelmek, yalnız olmayı kabullenmektir,» diye tanımladığı bu dava reddi, bu «anlamazlıktan gelme», Dostoyevski kişilerinde hemen hemen hiç görülmez. İlişki her seferinde yeniden kurulur. çağrı her seferinde duyulur. Hemen karşılık alır. Cevap, ister şefkat, ister af dileme, ister kavga, ister küçümseme biçiminde verilmiş olsun, çağrı karşılıksız kalmaz.
Zira, Alyoşa, Staretz Zosima ya da Budala gibi kahramanları başkalarına götüren yollar, eşsiz güzellikte, düzgün, geniş sevgi yollarıdır ama, öteki Dostoyevski kişilerinin önünde çamurlu, bataklıklı yollar vardır; içlerinden bazıları geri geri yürür, binbir türlü engele çarparlar; fakat hepsi de aynı hedefe doğru giderler.
Herkes cevap verir, herkes anlar. Herkes, aynı derinlikten gelen öğelerin rastlantıya bağlı, - az ya da çok şanslı - bir bireşiminden başka bir şey olmadığını, başkalarının da kendisi gibi aynı olabilirlikleri, aynı gelip geçici istekleri barındırdığını bilir. Herkesin, başkasının eylemini - sınıflandırılmayı reddeden sayısız ayrım ve çelişkilerle - kendi eylemiymişçesine, içten yargılaması da bu yüzdendir. Kimse, başkalarının davranışı hakkında - kin ve lanet duygularını gerekli kılacak - üstünkörü kehanetlerde bulunmaz. Herkesin, başkasının ruh derinliğini incelerken gösterdiği öğrenme, bilme coşkusu da bundan kaynaklanır zaten. Sadece Hıristiyanca bir sevginin aydınlattığı kişilerin değil, aynı zamanda ruhun alt tabakalarını karıştırıp mide bulandırıcı balçığı zevkle koklayan larvaların, acı tatlı konuşan asalakların ve namussuzların da ayrıcalığını oluşturan o şaşırtıcı kehanetler, o önseziler, o açık görüşlülük, o doğaüstü başkalarını algılama yetisi de bundan ileri gelir.
Bütün bu dalgalanmaların nihai varış noktası, bütün bu kişilerin korku ve hevesle her an dibine doğru çekildikleri bir uçurum olan cürüm bile, son bir kucaklaşmadan, son bir ayrılıktan başka bir şey değildir. Ama bu son ayrılık bile, cürümü işleyenin cürümünü ortak mirasa boşaltmasıyla, toplu günah çıkarılarak tamir edilir.
Aslında, Dostoyevski yapıtlarının birkaçı dışında, o son kopuş, o onarılmaz ayrılık hiçbir zaman gerçekleşmez. «Oyun» bitince halinden memnun tavrını yeniden takınan Velçaninov'da da görüldüğü gibi, bazen iki oyun partnerinden biri, geri çekilip üstten almaya kalkışır; fakat Velçaninov'daki (Ebedi Koca) sosyetik cilanın çatlayıp dağılması ve ilişkinin yeniden kurulabilmesi için, oyun başlamadan önce yapılan küçük bir uyarı (yani, uzatılmayan bir el ve «Ya Liza, o ne olacak?» biçimindeki üç beş söz) yeterlidir.
Bu kopma, Dostoyevski'nin romanlarından yalnızca birinde, onun yapıtlarının uç sınırını oluşturan (gerçekten umutsuz tek romanı) Yeraltından Notlar'da (bütün o basit, küçük memurların dışladıkları Yeraltı Adamı'nı, onu «garip bir böcekmişçesine inceleyen» o koyun kafalı Zverküv'u, adı «hayvan» sözcüğünden türetilmiş olan, mesafeli, ölçülü, güvenli, kibar tavırlar takınan o' genç subayı, ve Yeraltı Adamı'nın o ve diğerleri karşısındaki çırpınışını, onlara utanç verici, gülünç suçlamalar yağdırışını hatırlayalım) gerçekleşir.
Dostoyevski'nin yapıtlarıyla köküne kadar indiği Rus kişiliğinin başlıca özelliği olan bu sürekli ilişki kurma ihtiyacının Rus topraklarını Tanrı tarafından seçilmiş topraklar haline getirmekte, bu toprakları psikolojinin kara toprakları yapmaktaki katkısı büyüktür.
Bu coşkulu soru ve cevaplardan, bu sahte geri çekilmelerden, bu kaçıp kovalamalardan, bu kabalık ve sürtüşmelerden, bu çatışmalardan, bu aksamalardan, bu iğnelemelerden daha etkin ne olabilir? Belli belirsiz titreşimleriyle hayatın nabzını oluşturan bu dev kütleyi başka hangi şey bu kadar iyi ısıtıp kaynatarak dışarı taşıyabilir.
Bu dev kütleyi barındıran kabuk, uğultunun baskısı altında incelerek parçalanır. Roman kişisinin ağırlığı dıştan içe doğru yer değiştirir. Çağdaş romanın sürekli geliştirdiği de bu yer değiştirmedir zaten. Dostoyevski'nin çağın beklentilerine ters düşmemek için geliştirdiği kılı kırk yaran bütün o betimlemelere karşın, bu kişiler insana gerçekdışı izlenimi verirler.
Bu da, Dostoyevski'de kişilerin - Dostoyevski öncesine kadar romancının bir bir sayıp dökmekle yetindiği «tip»lerden olmayıp, gitgide geleceğin roman kişilerine benzemelerinden, henüz keşfedilmemiş ruh durumlarının yansımaları, basit dayanakları olmalarından ileri gelir
Proust'un neredeyse manyak diye tanımlanabilecek saplantılı kişiliğiyle bütün kahramanlarına yansıttığı o «snobizm», aynı saplantılı kaynaşma ihtiyacının bu sefer, yüzyıl başı Paris'inin ince zevkli, şekilci Faubourg Saint-Germain insanlarma aktarılmış farklı bir biçimi değil midir? Ama aslında Proust'un yapıtından bize kalan en sağlam, en değerli şey, onun en ufak ayrıntıya kadar bütün kahramanlarında yakaladığı bu çok hassas ve çok karmaşık ruh halleridir. (Dalgalanmalar demek daha doğru olur belki.) çünkü bu dalgalanmaların kabuğunu oluşturan Swann, Odette, Orianne de Guermantes ya da Verdurin'ler, edebi «tip»lerin er geç gönderildiği mumyalar müzesine kaldırılırken, dalgalanmaların kendileri kalıcılıklarını sürdürüyorlar.
Ama gene Dostoyevski'ye dönersek, Dostoyevski'nin kendisinin, Dostoyevski kahramanlarının ve okuyucunun dikkatini üzerlerinde toplayan bu hareketler, aynı derinlikten kaynaklanan bu hareketler, dış kabukları aracılığıyla ortak kütlenin içinde tıpkı cıva damlacıkları gibi birleşip kaynaşırlar; Dostoyevski'nin yapıtını boydan boya kateden bu kararsız ruh halleri, onun kahramanlarının birinden ötekine geçerler; her kahramanında farklı göstergelere göre yansırlar. Bu kararsız ruh halleri, henüz bilmediğimiz, tanımadığımız sayısız ayrımlarının her seferinde sadece birini sergileyerek yepyeni bir bir duyumculukla (unanimisme'le) karşı karşıya olduğumuzu sezdirirler bize.
Yeni yöntem ve araştırmaların canlı kaynağı olmayı her zaman sürdürecek olan Dostoyevski'nin yapıtıyla, bu yapıta karşıt oluşturduğu ileri sürülen Kafka'nın yapıtı arasında bir ilişki bulunduğu aşikardır. Edebiyatı hiç durmadan sürdürülen bir bayrak koşusu olarak ele alırsak, Kafka'nın, bayrağı, bir başkasından çok Dostoyevski'nin elinden aldığını söylemek yerinde olur sanıyoruz.
Adı bile basit bir K.'ya indirgenmiş olan Kafka kişisinin, dayanakların en zayıfı olduğunu unutmayalım. Ancak bu ince kabuğun bir araya getirip birleştirdiği duygulardan oluşan ışık, Dostoyevski'nin yapıtını tıpkı iletken bir tel gibi boydan boya kateden o tutkulu, kaygılı «ilişki kurma» arzusundan başka bir şey değildir. Bununla birlikte, Dostoyevski kahramanlarındaki merak, onları yeryüzünde bulunabilecek en sıcak, en dost dünyaya götürür, onları her zaman mümkün olan bir öz kaynaşmasının, bir öz birleşmesinin peşine düşürürken, Kafka'nın kahramanları hem daha mütevazi, hem de daha uzak bir hedefe yönelirler. Bu kahramanlar için önemli olan şey, «kendilerine onca kuşkuyla bakan o insanların gözünde»... «bir dost olmasalar da, en azından bir hemşeri» olabilmek, ya da bu erişilmez ve meçhul suçlayıcıların karşısında kendilerini haklı çıkarmak, bu insanların içinde kendilerine en yakın olanlarla - bütün engellere karşın - kurdukları ilişkiyi iyi kötü sürdürebilmektir .
Fakat bu alçakgönüllü araştırma, umutsuz direnişiyle, görünür kıldığı kayıtsızlıkla ve insan acısını irdelerken ulaştığı derinlikle, psikolojik alanı aşmaktadır; birtakım metafizik yorumlara hedef olması işte bu yüzdendir.
Bazı yazarların, basitleştirmek, taraf tutmak, ya da öğretici olmak kaygısıyla «her çeşit düşünce ve öznel yaşamdan soyutladıkları» ve bize, «psikolojik kalıplardan kurtarılmış insan gerçekliğinin ta kendisi» olarak göstermeye çalıştıkları roman kahramanlarıyla Kafka kahramanlarının en ufak bir ilgisi bulunmadığı gerçeğinden emin olmak isteyenler, Kafka kişilerinin en ufak bir ilişki ihtimali sezdiklerinde büyük bir açık görüşlülükle giriştikleri kılı kırk yaran, ayrıntılı incelemeleri yeni baştan okumalıdırlar.
K.'nın Frieda karşısındaki davranış ve duygularının, sırasıyla, otelci kadın, Frieda ve K.'nm kendisi tarafından çok ince uçlu bir bıçakla teşrih edilmesi ve bu teşrihin çok ince ve karmaşık mekanizmalarla, çelişken kasıt, dürtü, hesap, izlenim ve önsezi yansımalarını ortaya çıkarması, biraz önce söylediklerimizin en iyi örnekleridir.
Ama, bu içtenlik, bu nefes alma anları, sayelerinde kişiler arasında kurulan ilişkiler (- aralarındaki ilişkiyi 'aşk' olarak tanımlamak pek doğru olmasa da - Frieda - K. aşkı; otelci kadının K.'ya beslediği hınç) kadar seyrektirler.
Kafka'nın Dostoyevski'nin yapıtında bulduğu «çıkış noktası»nı kesin olarak belirlemek istediğimiz takdirde, bu çıkış noktasını - yukarıda da söylediğimiz gibi - Dostoyevski'nin yapıtının uç noktasını oluşturan Yeraltından Notlar'da araştırmamız gerekir.
Bu Notlar'ın kahramanı, «tek bir söz söylemeksizin" tek bir açıklamada bulunmaksızın, sanki böyle biri yokmuşçasına (kendisini) ittirip geçen subay»ın gözünde basit bir «nesne»den, o «koyun kafalı» Zverkov'un gözünde ise «tuhaf bir böcek» ten başka bir şey olmadığını bilir. Kalabalığın arasına karışmaya çalışır. «Sokaktan geçenlerin arasına en iğrenç bir biçimde sokulmayı denerken (kendisini) bir böceğe (benzetir).» Onların arasında, bir «sinek»ten, «işe yaramaz bir sinek»ten başka bir şey olmadığının bilincindedir. Çok kısa bir süre için bulunduğu bu uç nokta - çünkü çok geçmeden intikamını alacak, (hem kendisini sevebilecek, hem kendisinden nefret edebilecek, hem de acı çekmeye katlanabilecek, Liza gibi) insanlar var oldukça, her zaman mümkün olan bir uzlaşmaya gidecektir - bir an için içine düştüğü bu nokta, ilerde sonsuz boyutlarda büyütülmüş bir karabasana dönüşerek, Kafka kahramanlarının içinde boğuştukları o çıkışı olmayan dünya olacaktır.
Hep yanlış yönde ilerlenen, hiç durmaksızın kasvetli bir körebe oyununun oynandığı, gerilmiş ellerin «boşluğu tırmaladıkları», tutulan her şeyin elden kurtulduğu, bir an için yakalanan ve merakla dokunulan her şeyin biçim değiştirip kaçtığı, çağrıların hep yanıltıcı olduğu, soruların cevapsız bırakıldığı; «başkaları» nın, «tek söz etmeden, ama var güçleriyle» kolunuzdan tutup sizi dışarı atabilen insanlar oldukları, - çünkü bu insanların «konuğa ihtiyacı yoktur», çünkü «göreneklerinde konukseverlik yoktur» - «başkaları» nın, «tutacaklarını sanarak uzattığınız elinizi» dalgınlıktan görmeyen, ya da yerlerinden kıpırdamadan uzun süre size bakabilen; kendilerine, «kendimi biraz yalnız hissediyorum, gelip sizi görebilir miyim,» denildiğinde, «davet etmekten çok, bilginiz olsun diye» adres veren; kendilerine, yanlarına oturacağınızı söylediğinizde, «ben kalkıyorum» diye cevap veren; siz yanlarındaysanız, sizin hareketlerinizi inceden inceye süzerek, sizden herhangi bir şeyden söz eder gibi söz eden; - Klamm'ın otelci kadına karşı olan tavrında da görüldüğü gibi - «sizi çağırmayarak, ya da çağırtmayarak» (bütün bir ömür boyu durmadan düşünseniz bile «neden böyle olduğunu» anlayamayacağınız bir biçimde) sizinle bütün ilişkilerini koparan insanlar oldukları; «başkaları»nın, birbirine benzeyen yüzlerindeki belirsiz, çocuksu kırışıklarla, görünürdeki saflık ve çaresizliklerinin arkasında kurnaz ancak sınırlı bir yeterlilik, kötü niyetli bir yeterlilik gizleyen; anlam verilemeyen gülümseyişleriyle, sinsi ve çocukça bir merakla uzaktan uzağa siz,i inceleyen; size, «aralarında, bakışlarının toplandığı hedeften başka bir ilişki kurmaksızın, hiç konuşmaksızın, 'her koyun kendi bacağından asılır» der gibi bakan; kovulduklarında kaçıp, mekanik, cansız bir hacıyatmaz inatçılığıyla yeniden ortaya fırlayan insanlar, yarım insanlar oldukları bir dünyadır bu. Aşama sıralamasına göre, kesin sınırlamalarla ayrılmış yönetim basamaklarında, üst üste sonsuza (yani bilinmeyen nedenler yüzünden sizin yaşayıp yaşamayacağınıza karar vermekte tek yetkili olan esrarlı bir teşkilatın o son merkezine) -kadar uzanan çarkların ufak parçacıklarının dünyasıdır. En alt düzeydeki memurun bile üzerinizde sonsuz bir baskı kurduğu, «ücra köşelerin en ücrasında, önemsiz bir şey, acınası bir kobay», bir hiç olduğunuz dünyadır bu. Büyük bir güçle çekildiğiniz «başkaları»nın dünyası, «ırak, göze görünmeyen» “beyler”in dünyasıdır.
Her ne kadar bir ömür boyu yollarını bekleseniz, her ne kadar onları usandırmakta inat etseniz de, «sizinle konuşmayacak, sizi huzurlarına kabul etmeyecek», sizinle yalnızca - büyük ihtimalle hiçbir zaman okumayacakları - bir mahkeme tutanağında - ama hiç olmazsa arşive kaldırılacak olan bir mahkeme tutanağında - yan yana gelecek, dış görünümlerini bile bilmediğiniz bu beylerin sizinle olan ilişkilerine gelince:
Onların da sizin hakkınızda, sadece uzaktan edinilmiş, cezaevi dosyalarındaki bilgileri andıran hem kesin hem de genel birtakım bilgilerden başka hiçbir bilgileri olmayacaktır.
«Sizinle her türlü ilişkinin koptuğu» izlenimine kapıldığınız ve gezegenlerarası uzamlarla sonsuz uzaklıkların insan varlıklarını birbirinden ayırdığı bu yerde, bütün ipuçları silinir, yön tayini yok olur, hareketler yavaş yavaş bozulur, duygular silinir. (Aşktan geriye kalan, aşıkların, seyircilerin kayıtsız bakışları altında, «birbirlerine yardım edemeden, umutsuzca birbirlerinin üstüne çullandıkları» kaba bir güreş, ya da – Leni’nin, K. suçlu olduğu ve Leni'nin gözünde bütün suçlular güzel olduğu için K.'ya da öğretmek lütfunda bulunduğu meçhul bir sevgilinin karşısında yapılan o mekanik, kaba saba hareketlerdir). Sözler alışılagelmiş anlam ve etkilerini kaybederler, haklı çıkmak için sarf edilen çabalar suçluluktan öte hiçbir şey kanıtlamaz; tasvip bir tuzaktır; «bir masumu suç işlemeye teşvik etmek için düzmece yorumlar yapılır»; sorular bile düzmecedir; insan, kendi davranışlarını bile anlamamaya başlar; «pes mi ediyor, yoksa direniyor mu, çıkaramaz»; aynası kırılmış biri gibi, kendi yüzünü bile göremez; kendi kendinden kopmuş, uzaklaşmış hisseder kendini; kayıtsızlıkla, düşmanca davranır; ışıksız, gölgesiz, buz kesmiş bir boşluğa dönüşmüştür. Her an, en yakın partönere uzanarak, onun üzerine yapışıp geri çekilen, hücum edip gevşeyen, birleşip yeniden ayrılan o ince dokunaçlar, burada, tıpkı işlemez hale gelmiş organlar gibi felç olmuşlardır: Kurnaz davranışlardan, tuzağa düşürülmüş bir hayvanın debelenmelerinden başka bir şey değillerdir artık. Hayat dolu bir sevgi yaklaşımı olan o yumuşaklık, o telkine yatkınlık bile, «kaçınılmaz yazgı» karşısında bundan böyle cansız bir şeyin uyuşukluğuna dönüşmüştür. Artık «cansız bir madde»den başka bir şey almadığımız için, direnç göstermeden boyun eğdiğimiz ölüm dahi, tek trajedi olma özelliğini yitirmiştir. Cinayet bile, son bir kavuşma, ya da son bir ayrılık değil, varlık sorunlarını halletmek için aralarında kibar kibar konuşan, redingotlu, silindir şapkalı, sinek kaydı tıraşlı «Beylerin uyguladıkları (- ve kurbanın, «kendisini çok yakından inceleyen bu 'beyler'in bakışları altında bir köpek gibi” kasılıp ölünceye dek - mümkün olduğunca katılmaya çalıştığı) özenle düzenlenmiş bir törenin biraz gülünç, biraz da mide bulandırıcı bir parçası olmuştur.
Dostoyevski'ye, Rus halkındaki o dev kardeşlik atılımını, bu halkın şaşırtıcı yazgısını sezdiren bazı dahilere özgü o tanrısal önsezi, Alman ulusunun gölgesinde yaşayan ve bir Yahudi olan Kafka'ya, halkının yakın gelecekteki kaderiyle, nazileri, benzeri görülmedik bir deneyi - insanlara, tekstil ürünleri kataloğundan kestikleri iki kupon karşılığında dağıtılan çift yıldızların; üzerlerindeki büyük reklam panolarında fırın modelini üreten sıhhi malzeme şirketinin ad ve adresi yazılı olan ölü yakma fırınlarının; dar üniformalı, çizmeli o beylerin, rütbe ve sıraya saygı gösteren o müfettişlerin önünde sıraya girdikleri camlı bir kapıdan, kıvranan insanları gözetledikleri gaz odalarının deneyidir bu - gerçekleştirmeye yöneltecek olan Hitler Almanyası'nın özelliklerini sezdirecekti..
Kafka'nın takipçisi olmak yerine, insanüstü bir yüreklilikle öncüsü olmayı üstlendiği, uç sınırların arkasındaki bu yerde, küçük görme ve nefret dahil bütün duygular silinir; büyük bir şaşkınlıktan, son ve kesin bir anlaşılmazlıktan başka hiçbir şey kalmaz.
İnsan ne bu yerin yanında kalabilir, ne de ondan daha öteye gitmeye kalkışabilir. insanların dünyasında yaşayanların geri dönmekten başka çaresi kalmamıştır.
Temps modernes, Ekim 1947
*Andre Gide, Dostoyevski.
9 Nisan 2010 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder