RSS

9 Nisan 2010 Cuma

NATHALIE SARRAUTE / KUŞKU ÇAĞI

Çev: Bedia Kösemihal
Adam Yayınları / Şubat 1985


Roman üzerine yapılan tartışmaların bir süredir gördüğü ilgi, özellikle de « Yeni Roman» diye adlandırılan akımın yandaşlarınca ortaya atılan düşünceler, bu romancıların kuramlarla işe başlayan, sonra da bu kuramları romanlarında uygulayan duyarsız deneyciler oldukları görüşüne yol açmıştır. Bu romanlara «laboratuvar deneyleri» denilmesi bu yüzdendir.

Bu görüşten yola çıkılarak, benim, günümüz romanı, bu romanın içerik ve biçimi üzerine birtakım düşünceler geliştirdiğim, sonra da bu düşünceleri ilk kitabım olan Tropismes ile bunu izleyen kitaplarıma uygulamaya çalıştığım düşünülebilir.

Hiçbir şey bu düşünce kadar yanlış olamaz.

Bu kitapta bir araya getirilmiş olan ve 1947'den bu yana çıkan metinlerin yayımlanışı, Tropismes'den çok sonraya rastlar. Tropismes'i 1932'de yazmaya başladım. Bu ilk kitabı oluşturan metinler, canlı izlenimlerin «spontane» - içten gelen anlatımlarıydı; bu metinlerin biçimi ise, bu anlatımları ortaya çıkaran izlenimler kadar doğal ve «spontane» idi.



Çalışmalarım sırasında, uzun zamandır, - aslında çocukluğumdan beri dikkatimi çeken bu izlenimlerin bazı iç hareketlerden, bazı iç eylemlerden kaynaklandıklarını farkettim

Bunlar, büyük bir hızla bilincimizin sınırlarına kayan, tanımlanamayan hareketlerdir; jestlerimizin, sözlerimizin; hissettiğimizi sandığımız, gösterdiğimiz tanımı mümkün duyguların özünü oluştururlar. Eskiden olduğu gibi bugün de bu iç hareketlerin, varoluşumuzun gizli kaynağını oluşturduklarını düşünüyorum.

Bu iç hareketleri hiçbir sözcük, - iç monolog sözcükleri dahil hiçbir sözcük - dile getiremediğinden, (çünkü bu iç hareketler, içimizde çok yoğun, ancak çok kısa süren duyumlar yaratarak hızla silinirler) bunlar, ancak benzer imgeler aracılığıyla, okuyucuya benzer duyumlar verecek biçimde aktarılabilirdi. Öte yandan, bu iç hareketleri ayrıştırmak ve okuyucunun bilincinde ağır çekim bir film gibi görünmelerini sağlamak gerekiyordu ..

Zaman, gerçek hayattaki zaman değil, dev boyutlarda büyütülmüş şimdiki zaman olmalıydı.

Bu hareketlerin ortaya çıkışı, en gündelik jestlerin, en sıradan konuşmaların ardına gizlenen dramlar biçiminde olur. Bu iç hareketler, kendilerini hem maskeleyen, hem de görünür kılan birtakım görünümlere akarlar.

Beni ilgilendiren, henüz bilinmeyen bu iç hareketlerin oluşturduğu dramların ta kendisiydi. Bu dramlara gösterdiğim dikkati hiçbir şey dağıtmamalıydı. Okuyucunun dikkatini de hiçbir şey dağıtmamalıydı: Ne, roman kişilerinin karakterleri, ne bu karakterlerin geliştirilmesine yarayan olay örgüsü, ne de bilinen, adlandırılmış duygular ... Herkeste .var olan ve her an, herhangi birinde ortaya çıkabilen bu iç hareketlerin dayanakları, adsız, belli belirsiz kişiler olmalıydı.

Sonraki kitaplarımda sürekli bir biçimde geliştirdiğim şeylerin tohumu ilk kitabımda da vardı. Tropismes bütün kitaplarımın canlı özü olmayı sürdürdü. Yalnız, iç hareketler biraz daha göze görünür olmaya başladılar. İç hareketlerin oluşturduğu dramatik eylem uzadı. Öte yandan, iç hareketler ile görünümleri (yani iç hareketleri görünür kılan harcıalem şeyler: Bize yakıştırılan kişilik, konuşmalarımız, gerçekten hissettiğimiz yanılgısına kapıldığımız herkesin bildiği duygular, hayata tatbik ettiğimiz bir kafesten başka bir şey olmayan olay örgüsünce oluşturulan yüzeysel dramatik eylemler) arasındaki o oyun, gitgide daha karmaşık bir' hale geldi.

İlk kitaplarım, yani, 1939'da çıkan Tropismes'le, 1948'de çıkan Portrait d'un inconnu hemen hemen hiç ilgi uyandırmadılar. Bu. kitapların akıntıya kürek çektikleri söylendi.

Bütün bunlar, beni bazı teknikleri benimsemeye, geçmişle şimdinin bazı yapıtlarını incelemeye, gelecek yapıtları sezmeye ve bazı karşı çıkışlara iten nedenler hakkında düşünmemi sağladı. Bu yapıtları incelerken, edebiyatta geriye dönüşü olmayan bir hareket bulmak ve kendi çabalarımın bu hareketin içinde yer alıp almadığını görmek amacındaydım.

Portrait d'un inconnu'yü bitirdikten bir yıl sonra, 1947'de" Kafka'yla Dostoyevski' nin yapıtını yeni bir açıdan incelemeye işte böyle başladım. O zamanlar, bir çeşit küçümsemeyle «psikolojik» olarak nitelendirilen edebiyatın karşısına, metafizik ,edebiyatı (Kafka'nınkini) çıkarıyorlardı. İlk denemem olan Dostoyevski'den Kafka'ya' yı bu kolaycı ayrımcılığa karşı çıkmak için yazdım.

Önemli bir aşama sayılması gereken fakat artık modası geçmiş olan o eski duygu çözümlemeleri ile, bilinmeyen ve hep yeniden keşfedilmesi gereken psikolojik güçleri aynı 'kefeye koymanın yanlış olduğu artık anlaşılmış durumda, İkinci denemem olan Kuşku çağı'nı yazdığım sıralarda, «geleneksel» roman ya da «araştırma»dan hiç söz edilmiyordu. Bu sözcüklerin, romandan bahsederken kullanılması ukalalık sayılıyor, kuşku uyandırıyordu. Eleştirmenler, romanları, Balzac'tan beri hiçbir şey değişmemiş gibi değerlendiriyorlardı. Bu sanat dalında, yüzyılın başından bu yana ortaya çıkan değişiklikleri acaba unutmuşlar mıydı, yoksa görmezlikten mi geliyorlardı?

Bu metni yazdığım dönemden sonra, sırf teknikten, araştırmadan söz edilir oldu. O zamanlar savunmaya çalıştığım, roman kişisinin adsızlığı görüşü, bugün bütün genç romancıların kuralı
haline geldi.

1950'de yayımlanan bu yazının esas önemi, bu yazının, romanın yeni bir biçimde algılanmasının bir zorunluluk haline geleceği dönemi başlatıyor olması bence.

Konuşma ve Alt-Konuşma denemesinin yayımlandığı sıralarda Virginia Woolf unutulmuş ya da ihmal edilmişti; Joyce'la Proust, günümüz romanının öncüleri olarak görülmüyorlardı henüz. Söz konusu romancıların bu yüzyılın ilk çeyreğinde romana getirdikleri büyük yeniliklerden beri romanın kaydetmiş olduğu ilerlemenin, romanda içerik biçim ve özellikle diyalog konularının yeniden ele alınmasını gerekli kıldığını göstermek istedim bu yazıda. Bugün, diyaloğun en köhne biçimleriyle yetinen romancılar bile onun kendilerine «büyük sorunlar» çıkardığını itiraf ediyorlar artık. Bugün diyalog sorunlarını çözmeye uğraşmayan genç romancı kalmadı

Kuşların Gördüğü başlığını taşıyan son deneme, neo-klasik edebiyat ile - sadece görünürdeki şeyleri yakalayabilen; biçimci nitelendirmesini hak eden – sözüm ona gerçekçi ya da «gönüllü» edebiyatı, yeni ve samimi bir gerçeklikle karşı karşıya getiriyor.

Bu yazılarda dile getirilen düşüncelerin, bugün «Yeni Roman» diye adlandırılan şeyin temelini oluşturduğunu eklemeye bilmem gerek var mı?

Hiç yorum yok: