DENİZ FENERİ İÇİN...
A. Ömer Türkeş
Adeline Virginia Stephen, 1882’de Londra’da doğdu. Bozuk sağlığı nedeniyle okula gidemedi, ama tanınmış bir edebiyatçı olan babası Sir Leslie Stephen’in yardımıyla iyi bir eğitim aldı. 1904’te babasının ölümünün ardından Londra’nın Bloomsbury semtine taşınması ve dönemin -Keynes, Forster gibi- önemli entelektüelleri ile arkadaşlık kurması ve sömürgecilik karşıtı yazar ve gazeteci Leonard Woolf’la yaptığı evlilik, Virginia Woolf’un yazarlığa başlamasında etkili oldu. Bloommsbury Gurubu olarak adlandırılan bu aydın çevresi, İngiltere’nin geleneksel -muhafazakar- ahlak anlayışına karşı çıkışları ve bireysel ilişkilere verdikleri önemle farklılaşıyorlardı dönemin ruhsal ve düşünsel atmosferinden. İşte böyle bir yenilikçi bakışı benimseyerek yazdığı ilk romanı “Dışarıya Yolculuk”ta(1915) kişilerinin duygu ve zihin dünyasını içerden aktararak geleneksel roman tekniklerinin dışına çıktı Woolf. 1917’de kocası ile birlikte kurdukları Hogarrth Press yayınevinde de bu anlayışa uygun düşen kişilerin -T.S.Elliot, K.Mansfield, E.M.Forster gibi yazarların ve başta Freud olmak üzere çeşitli psikanalistlerin- kitaplarını yayınladılar. Bundan sonra birbiri ardına, ama hep bireyin iç dünyasını içerden anlatan romanlara imza atan Woolf, I.Dünya savaşında beri süren sinirsel rahatsızlıklarının bir akıl hastalığına dönebileceği endişesiyle 1941’de Ouase Nehrinde intihar etti.
DENİZ FENERİ
1927 yılında yayınlanan “Deniz Feneri”nin bir hikayesi var belki, ama yazar bilinçli bir seçimle olay örgüsünü çok gevşek bir biçimde dokumuş; sekiz çocuklu Ramsay ailesinin sade, sessiz ve mutlu hayatından bölük pörçük izlenimler aktarıyor Woolf. Olay örgüsünün belirsizliğinin altında çok titiz bir üslupçuluk var aslında; her sözcüğü, cümleyi, düşünceyi, duyguyu ve olay anlatımını vermek istediği bütünlüğe uygun biçimde seçiyor, hiç bir yerde ilham perisinin kendisini sürüklemesine izin vermiyor o.
Yaz mevsimini deniz kenarında geçiren Ramsay ailesinin, misafirlerinin ve çevrelerindeki dostlarının hayatından kısa bir dönemi - bilim adamı bay Ramsey’in fedakar eşi bayan Ramsey’in gözünden- anlatıyor roman. Şimdiki zaman içerisinde sürüp giden olaylar, kişilerin bilincinde oluşan izlenimlerle geçmişe yayılırken, son bölümde yıllar sonrasına uzanarak bitiyor hikaye. Deniz Feneri, evin küçük oğlunun hep gitmek istediği, ama hava muhalefeti nedeniyle bir türlü ulaşamadığı bir yer, bir arzu nesnesi ve aynı zamanda yetişkinliğe geçişin sembolüdür. Ne var ki fenere ulaşma arzusunun şiddeti, arzu doyurulduğunda başlangıçtaki önemini de yitiriverir.
Hikayede yer alan şahıslar birbirleri ile konuşuyorlar şüphesiz, ancak bu monologlardan iç monologlara ya da bilinç akışına geçildiğinde, anlamlar üzerine de bir belirsizlik olduğunu farkediyoruz. Mesela, “Mr.Tansley, anlaşılan adamın yaptığı resmin iyi bir şey olmadığını anlatmak istiyor bana diye düşündü. İnsan böyle mi derdi? Acaba bunu mu demek istemişti? Boyalar dayanıklı değilmiş. İnsan böyle mi derdi? Bunu mu demek istemişti acaba?” tarzında kesik kesik sorgulama cümleleri romanın bir çok yerinde çıkıyor karşımıza. Sözcükler sözcükleri, imgeler yeni imgeleri çağırıyor; insan zihninde düşünce oluşumunun haritasını çıkarıyor Woolf. Böylelikle yargıları, kesinlik taşıyan önermeleri ve bilgiye duyulan güveni sorgularken, aydınlanma düşüncesini de apaçık gibi görünen gerçeklerin muğlaklığını da vurguluyor.
Yeni bir dönem, yeni bir üslup
Mekanın da önemli bir rolü var romanda. Kişilerin düşünceleri izledikleri görüntülerin yarattığı imgelerle bambaşka konulara sıçrıyor, zihinlerinde geçmişin anıları canlanıyor. Mesela, William Banks’a Bay Ramsay ile arkadaşlığının sırf adet yerini bulduğu için sürdüğünü düşündürten anı, “öbür yoldan, araba yolundan yürümek üzere kıvrıldığı sırada gözüne öyle şeyler çarptı ki, eğer kum tepeleri, arkadaşlığının vücudunu balçık içinde hala yaşam dolu taze dudaklara yatırıyor olarak gözler önüne sermeseydi bunların farkında olmayacaktı” cümleleriyle tasvir ediyor yazar.
Woolf’un yansıttığı duygu ve düşünce dünyasının belli bir sosyal kesime ait olması, bu kişilerin toplumsal ve tarihsel bağlamlarının işlenmemesi bir eksiklik gibi görünse de, İngiltere’nin, bu metinlerin üretildikleri tarihlerdeki siyasi, ekonomik, toplumsal ve ideolojik hayatının veri alınması durumunda, bu eksikliğin aşılacağı söylenebilir. Çünkü Woolf’un meselesi, Victoria döneminin sona erdiği, geleneksel değerlerin parçalandığı bir toplumsal yapıdaki insanın durumudur.
Hemen her romanında kadın sorunların işlemeye özen göstermişti Woolf. “Deniz Feneri”nde de -kocası, çocukları, evi ve ev kadınlığı sorumluğu ile yaşayan- Mrs.Ramsay ile -evliliğe uzak duran, hayatını resim yaparak geçiren özgür kadın- Lily arasında -üstü örtük biçimde- yapılan karşılaştırma ile ortaya çıkar feminist öğeler. Roman sonunda Mrs. Ramsay’ın ölümü ile yıkılan eserinin -aile düzenin- trajikliği, kadının eve bağlı hayatının anlamsızlığına yapılan bir gönderme olarak da okunabilir.
Romanın çevirmeni Naciye Akseki Öncül’ün belirttiği gibi, insanın belleğine çarpan izlenimleri aynı şekilsizlik içinde yansıtmak amacını güttüğü için Woolf’un üslubu ilk bakışta dağınıktır. Kişinin bilincindeki akış ve o anki eylemliliği bir cümlede verilmesinin nedeni, bu iki farklı insani faaliyetin gerçekte de eş zamanlı olmasındandır. Ne var ki sözün ve eylemin yazılı düzene geçirilmesinde zorluklarla karşılaşır yazar ve çizgilere, ayırmaçlara ve virgüllere başvurur. Bu nedenle her bir cümlenin yapısı ve dilbilgisel özellikleri -klasik anlatımda olmadığı kadar- anlama doğrudan etki eder niteliktedir.
8 Nisan 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder