RSS

5 Mayıs 2010 Çarşamba

İLHAN BERK / 1 Kasım, 1958, YENİ ŞİİR

Öykülü şiire karşıyım. Öykülü dediğim, konusu anlatılan, bir yerde başlayıp bir yerde biten şiir. Bu bana şiirin dışında bir olay gibi görünüyor. Öyle de: bir öykünüz var, onu yazacaksınız; şiiri bu öyküyü yazmak için kullanıyorsunuz. Böyle şiir olmaz demiyorum. Bütün o eski çağların, o dev ustaları, Homeros’lar, Virgile’ler şiiri böyle anlamışlar, ta Dante’ye, Hugo’ya, Aragon’a değin de bu böyle gidiyor.


Virgile’in Çoban Şiirleri’ni bir yana bırakırsak, öteki iki büyük yapıtının, Augustus ile gene bir devlet adamı, Eneide ile Çiftlik Şiiri’nin konusunu vermişler. Aragon, bugün bu serüveni, daha çok da Hugo’dan gelen serüveni sürdürüyor. Bu şiirin, üstelik daha nice büyük ustaları var, saymakla bitmez. Kısaca, ben işte bu şiire, bu şiirin geçmişteki onca ustalarına rağmen, şiirin kendi serüveninin dışında bir olay diye bakıyorum.

Daha da ileri gideceğim, Edgar Allan Poe ile bu şiir birdenbire kapanıyor, yeni bir çağ başlıyor diyeceğim. Artık Edgar Allan Poe ile “The poem written for the poem’s sake” sözü yeni bir anlam kazanıyor. Mallarmé’de de şiir; «progrés en poésie» dedikleri., ilerlemeye, bu dediğim şiire kavuşuyor.


Bu, şiirin kendi serüvenini, kendi ereğini kendisinin çizmesi demektir. Şiirin kendi serüvenini kendisinin sürdürmesi olayı, ilk dizede başlıyor, ilk dizenin gidişine uymak, şiiri öyle kurmak. Yani, önceden hiçbir belli öyküsü olmamak, şiirin / bir şiirin getirdiği güzelliğe bağlanmak, onu şiirin asıl ereği bilmek.


Edgar Allan Poe ile başladığını söylediğim bu şiiri, Baudelaire, Rimbaud, Lautréamont daha bir uzatıyorlar, Mallarme ile de bugüne bağlanıyor. T. S. Eliot, Ezra Pound, Dylan Thomas da bu dediğim şiirin bugün en büyük ozanları gibi görünüyor.


Bir öyküsü olmayan şiir, bir şey demeyen şiir demek değildir. Belki belli bir şey söylemeyen, şiir bu. Şiir, aslında, bir şey söylemez. Bir şey söyleyen şiir, usu allak bullak etmez, usu allak bullak etmeyen şiire ise, kolay kolay şiir diyemem.


Hugo’nun Boaz’ından duyulan kıvancı düşünüyorum. Bu hiçbir zaman Cimetiére Marine ya da Brise Marine’den duyulan soydan bir kıvanç değil. Boaz’da şiir değildir demek aklımdan geçmez. Ama ona usu allak bullak eden şiir diye de bakamam. Boaz’ın öyküsü bellidir, Hugo hep öyküye bağlı kalmış gibidir. O öyküyü, şiir boyunca bir öyküyü düşünüyormuş dersiniz. Öyle başladığı gibi de biter. Bir bölümünü alıp yayınlayamazsınız o şiirin, yok olur.

Bateau Ivre öyle midir ya? Bunla Sarhoş Gemi’nin bir bütünlüğü olmadığını mı söylemek istiyorum’? O değil dediğim. Bateau Ivre, To Helen, bütünlüğün asıl kendisi. Boaz’da söz konusu olan öykü bütünlüğüdür. Bölündü mü onun için bitmiştir, yok olmuştur.

Bunun için, öykülü şiire karşıyım. Gene bunun için Fernand Léger gibi, Leger’nin tuvalin önüne oturduğu vakit yapacağı resmin ne olduğunu bilmemesi gibi, tuvale ilk çizgiyi koyduktan sonra çizgiye bağlı kalarak resme başlaması, o çizginin, bir o çizginin serüvenine bağlanıp resmini yaratması gibi, bir serüvene bağlı kalmayı seviyorum.


Bir öyküsü olmayan şiirin anlamı yok mudur? Bildiğimiz anlamda, nesirden anladığımız anlamda anlamı yoktur, dedim. Aslında anlam nesre özgedir. Onun için de nesirden beklediğimizi şiirde aramayı hiç ama hiç anlamıyorum. Bence, nesir ile şiiri birbirinden ayıran en belli ilke, anlamdır. Şiiri şiir eden düzeni değildir, bundan öte bir şeydir.


Lautréamont, Rene Char, Saint-John Perse şiirdeki ölçülerin, bildiğimiz biçimlerin, düzenlerin biri ile yazmazlar, nesir düzenidir onların kullandıkları düzen, ama yazdıkları şiirdir. Nitekim, bunun tersi nice büyük diye bellediğimiz ozanlar biliriz, şiirin o bildiğimiz biçimleriyle yazmışlardır ama yazdıklarını şiir edememişlerdir.

Peki ne demek istiyorum, şiir anlamsız mıdır diyorum?

Hayır. Ben, nesirde, nesire çevrildiğinde bir anlamı olmayan söz sanatına şiir diyorum. Anlamı bunun için, nesir ile şiirin yerini iyice belirtmek için anıyorum. Yoksa bir şiir bitmişse anlamı vardır, dahasını söyleyeyim: anlamın ta kendisidir o.

«Green arsenic smerared on eggwhite cloth,
Grusched strawberries. Come, let us feast our eyes.»

(Ezra Pound).


Pound’ın şiirinin nesirde bir anlamı yoktur, ama bu şiir anlamsız değildir. Bu dediğim. Gene Bateau Ivre’in anlamı nedir? Ama anlamsız mıdır o? Gerçekte şiirin ereği ne anlam, ne de anlamsızlıktır, kendi ereğidir.
Bence, bugünkü şiiri, yeni dediğim şiiri, dünkü şiirden (bugünkü de denebilir, böyle de bir şiir var) ayıran ilkelerin başında anlam geliyor. Bu dediğim anlamı en iyi de nesir ile karşılaştırdığımızda, daha iyi anlıyoruz. Divan şiiri bir yana, şiirimiz hep mi hep nesir ile bir bağ kurmaya çalışmıştır, şimdiye dek. Artık nesirde söylenebilecek her dizeyi çizmek gerek diyorum. Böylece o usu allak bullak eden şiire varılır. Bu, şiirde bir şey söylenmez demek değildir. Bir şey şiirde söylenmez, duyurulur demektir. Poe’nun To Helen, The Raven şiirlerini düşünün.

Poe’yu, Mallarmé’yi düşünerek, şiir bir şey söylemez, duyurur diyorum.








Metinde olmamasına karşın, "meraklısı için not" niteliğinde; Boaz Uykuda şiirinin Orhan Veli çevirisini ekliyorum:


BOAZ UYKUDA


Uzanmış uyumuştu Boaz, iş yorgunu;
Bütün gün didinmiş durmuştu harmanında;
Sonra serip her günkü yere yatağını
Uyumuştu Boaz, ölçeklerin yanında.

Epeyce tarlası vardı bu ihtiyarın;
Zengindi, ama hakkı hukuku bilirdi;
Rengi saftı değirmenindeki suların;
Cehennem odu değildi ocağındaki.

Gümüş sakalı Nisan çayına benzerdi;
Ne hasisti, ne de haset vardı içinde;
“Mahsustan düşürün de toplasınlar,» derdi
Ekin devşiren fakir kadınlar görünce.

Hiçbir vakit ayrılmamıştı doğru yoldan;
Fukara babasıydı, gönlü pek ganiydi;
Beyaz harmanisi kadar temiz bir vicdan.
Halka açık ambarları sebil gibiydi.

Babacandı, yakınlarına sıdkı vardı;
İşini bilirdi, eli açık olsa da;
Kadınlar gençlerden çok ona bakarlardı;
Gençler güzel ama olgunun hali başka.

O ki asıına dönmekte olan kişidir,
Geçer yalan dünyadan ebedî dünyaya;
Gencin gözündeki ihtiras ateşidir,
İhtiyarınkinde başka bir nur, bir ziya.

İşte böyle uyuyordu Boaz, gecede,
Ekin tınazları birer mâbede benzer;
Rençberler, üçer beşer, hepsi bir köşede;
Eski zamanlar, eski günlerdi o günler.

İsraillilerin başında bir hakim vardı;
Ömrü çadırlarda geçen adam, toprakta
Devlerin ayak izini görür, korkardı;
Toprak tufan sularıyla ıslaktı hâlâ.

Uyuyordu Boaz, Yakub’un, Yahuda’nın
Uyuduğu gibi, dalla örtülü üstü;
Birdenbire başı üzerinde, semanın
Aralanan kapısından, bir rüya gördü.

Bu rüyada Boaz’ın karnından bir meşe
Çıkıp ta mavi göklere yükseliyordu.
Bu bir nesildi, uzun bir zincir halinde;
Bir kıral doğuyor, bir tanrı ölüyordu.

Ve Boaz şöylece mırıldandı içinden:
“Ben nasıl olur da bu nesle baş olurum?
İhtiyarım; aşağı yukarı yaş seksen;
Ne bir karım var dünyada, ne de bir oğlum.

“Yıllarca koynumda yatan kadın, ey Tanrım
Benim evimdeydi senin evine gitti;
Gitti ama gene beraber sayılırım;
O yarı canlı, bense yarı ölü şimdi.

«Benden bir nesil doğacak! Nasıl olur bu?
Nasılolur da benim çocuklarım olur?
Genç olsam neyse, çünkü insan genç oldu mu
Geceden sıyrılan gün zaferle doludur.

«İhtiyarım, hazan yaprağı gibi kuru;
Karım yok, yalnızım, bir ayağım çukurda;
Belim bükülmüş, Tanrım, mezarıma doğru,
Nasıl eğilirse suya, susuz bir boğa.»

Böyle söylüyordu rüyada, vecd içinde;
Boaz, uykulu gözleri önünde Tanrı.
Ne bilsin çınar gül açtığını dibinde?
Onun da ayak ucunda bir kadın vardı.

O öyle uyurken Rut, Moab’lı bir kadın,
Ayak ucuna uzanmıştı, göğsü üryan;
Kimbilir ne hayr umuyordu bu adamın,
Büyük nuru getirecek uyanışından.

Ne Boaz’ın bu kadından haberi vardı,
Ne de Rut biliyordu Allah’ın emrini.
Etrafı otların hafif kokusu sardı,
Bu fısıltı dalgası Galgala şehrini.*

Muhteşem bir zifafa hazırlıktı gece.
Herhalde görünmez melekler uçuyordu;
Çünkü havadan arasıra ve gizlice
Kanada benzer mavi şeyler geçiyordu.

Boaz’ın nefesi yosunlar üzerinden
Akan suların sesine karışıyordu.
En güzeliydi dünyanın mevsimlerinden;
Tepelerde beyaz zambaklar açıyordu.

Rut dalgındı, Boaz uykuda, otlar kara;
Bir nabızdı sürülerin çıngırak sesi;
Gökten geniş bir rahmet iniyordu arza;
Arslanların suya gittiği saatlerdi.

Jerimadeth* ve Urida her şey rahat, sakin;
Loş semada yıldızlar yanıp sönüyordu;
Karanlığın çiçekleri içinde narin
Bir hilal parlıyor ve Rut düşünüyordu.

Hareketsiz bakıp duvağının altından;
Hangi Tanrı, ebedi yazın hasadında,
Giderken fırlatmış atmıştı bu altından
Orağı bu yıldız dolu gök tarlasına?



(Ülkü, 1.11.1945 )
(Fransız Şiiri Antolojisi)




* Bu kıt’anın son iki mısraında şair f ve i harfleriyle bir fısıltı ahengi vermeye çalışmış .Türkçesinde de, mümkün mertebe bunu duyurmaya gayret ettim. [Orhan Veli]

**Jerimadeth: Hugo tarafından uydurulmuş bir isim. Rivayete göre Hugo, dördüncü mısraın sonundaki demandait kelimesine kafiye ararken, kendi kendine, «Jai rime a d» diye mırıldanıyormuş. Sonra birdenbire bu sözün bir isim olabileceğini düşünüp kullanmış. Jerimadeth şeklinde yazdığı bu kelime aslında mısra sonundadır. [Orhan Veli]




ELYAZILARINA VURUYOR GÜNEŞ’ ten…
Tan Yayınları / 1983 / Günlük / 1955-1982

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Şiir bir şey anlatmalı mı? Bir şey anlatmayan herhangi bir şiir okumadım ama kanaatimce bir mısrada kitaplar dolusu şeyi anlatan ya da sayfalar dolusunda hiç bir şey anlatmayan sözlere şiir denir. Şiiri şiir yapan ne uzunluğu, ne de anlatımıdır. Ancak okuyucusuna verdiği hazla ölçülebilir.

Kenan Aydın