RSS

2 Haziran 2010 Çarşamba

SAİT FAİK ABASIYANIK / HAYATI SANATI ESERLERİ

Muzaffer Uyguner / Varlık Yayınları 1964




Sait Faik; 23 Kasım 1906 (eski tarihle 9 Kasım 1322) tarihinde Adapazarı'nda doğdu. O gün Ramazan bayramının birinci günüydü ve doğduğu sırada bayram namazı kılınmaktaydı. Sait'in babası, kereste ve ceviz kütüğü ticareti ile uğraşan Mehmet Faik, annesi de kasabanın ileri gelenlerinden Hacı Rıza'nın kızı Makbule’dir. Baba tarafından dedesi olan Sait Ağa, aydın kişilerin uğrağı bir kahvehane işletmişti. Sait, dedesini düşük sarı bıyıkları, kır sakalı, mavi gözleri ile anımsardı.

Aile "Abasızoğulları" diye anılmaktaydı. Soyadı Kanunu çıktığında Sait'in isteğiyle, soyadı olarak nüfus kütüğüne "Abasıyanık" şeklinde yazdırıldı.

Doğduğu ev, o zamanın bütün kasaba evleri gibi şekilsiz, biçimsiz bir binadır. Pencerelerini kafesler örter, bu yüzden beyaz badanalı duvarların içinde neleri geçtiği görülemezdi. Evin, bir sofa, beş oda, bir mutfak, bir hamam, bir de arkada iki dönümlük yemiş bahçesinin gölgeliğine asılmış, nişastalar, pestiller ve tarhanalar kuruyan bir balkondan ibaret olduğunu biliyoruz. Evin on dokuz ayak mermer merdivenlerinin kenarlığı yeşil çubuklarla örülüdür ve bu yeşil çubukların sivri uçları bir iki parmak sarı yaldızla kaplıdır. Bu zengin dekor içinde büyüyen Sait Faik, çocukluğunu rahat geçirmiştir. Hatta Birinci Dünya Savaşı yıllarında bile fazla sıkıntılı günler yaşamadığını hikayelerinde anlatır.



Adapazarı, o zamanlar şimdiki gibi bir kasaba değildi. Son kızılcık meyvesi ağza atıldı mı; yağmurlarla birlikte kış gelir, kasaba bir çamur deryası halini alır, dar sokaklar birbirine yapışır, bir ölü aydınlık sokaklara sinerdi. Uzun kış gecelerinde tam bir sessizlik sarardı kasabayı. Baharla hayat başlar, çocuklar boş arsalarda oyunlara dalardı. Kasabanın ortasında, servileri, baldıranları ve ısırgan otları arasında kocaman kavuklar, mermer püsküllü fesler yükselen, kara yosun bağlamış mermerlerinde hüvelbakiler okunan, ağaçları bulutlara karışan bir mezarlık vardı. Yaramaz bir çocuk olan Sait, oyunlara katılır, mezarlığın yosunlu ağaçlarına tırmanırdı. Bu arada kasabanın gezinti yeri olan Çark Mesiresi'ne annesiyle birlikte gider, oradaki ağaçların serinliğinde öteki çocuklarla oynardı. Bu oyunlardan, gezilerden, bahçede tutmalardan sonra okula başlamıştı. O günün geleneklerine göre yapılan bir törenle mahalle okuluna öğrenci olmuş, Kirazlı Mescit'te Şeker Hoca'nın verdiği dersleri ezberlemeğe koyulmuştu. Ama ,daha okula başladığı gün okumaktan hoşlanmadığını belli etmişti. Babası onu tacir yapmak niyetindeydi ,annesi ise oğlunu yakışıklı bir hariciyeci olarak görmek istiyordu. Gerek annesinin ve gerekse babasının düşüncelerinin gerçekleşmesi için, mahalle okulundan alınıp modern bir öğretim yapan Rehber-i Terakki okuluna verildi. Sait ilk öğrenimini bu okulda yaptı.

İlkokula giderken Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Savaş, o yaşta onun için anlamı olmayan bir şeydi. Sessiz, sokakları, susan halkı, köpekleri seyrediyor, arasıra geçenlerin ağzından duyduğu Kütelamare, Çanakkale, cephe, ekmek, vesika sözcüklerinden anlamlar çıkarmağa çalışıyordu. O zamanki izlenimlerini Beyaz Altın hikayesinde yazmıştır.

Onu hariciyeci olarak görmek isteyen annesinin ısrarı üzerine babası, işini İstanbul'a nakletmiş, ticarethanesini Kerestecilerde açmıştı, Sait de o yıllarda İstanbul Erkek Lisesine devama başlamıştır. Onuncu sınıfta iken, Arapça hocası Salih Beyin minderine iğne koydukları için 41 arkadaşı ile birlikte Bursa Lisesi'ne gönderildi. Lise öğrenimini 1928 yılında Bursa Lisesinde tamamlayan Sait Faik, İstanbul'a dönmüş ve yüksek öğrenimine Edebiyat Fakültesi’nde başlamıştır, Orada aradığını bulamamıştı. İçinde ihtilal olan, çocukluğu yaramazlıklarla geçen bir kişinin Uygurca öğrenmesi mümkün değildi elbette. Bu yüzden ayrıldı Fakülteden ve babasının isteği üzerine, iktisat öğrenimi yapmak için, İsviçre'nin Lozan kentine gitti. Kendisi, 1931 yılında yaptığı bu yolculuğun eğlenmek, gezmek amacıyla yapıldığını söyler . İstanbul'dan Tadla vapuru ile ayrılmış, Venedik’ten sonra trenle Lozan'a geçmişti. Fakat Lozan'dan hoşlanmamış olacak ki ancak onbeş gün kaldıktan sonra Fransa'nın Grenoble şehrine geçmiştir.

Çeşitli bilim ve sanayi kurumları olan bu şehri Adapazarı, Bursa ve İstanbul kadar sevmiş, okumayı ve öğrenmeyi aklına bile getirmeden üç yıldan fazla oturmuştur. Fakat bu üç yıl, onun sanatçı kişiliği yönünden faydalı olmuştur.

Alp dağlarının eteklerine kurulmuş Grenoble şehrinin içinden (Isere) nehri geçer. Şehir, ortaçağdan arta kalmış binaları, arkadaşları ile hoşuna gitmiştir Sait'in. Onun en çok hoşuna giden İtalyan mahallesidir. Bu mahalle, İzer'in sağ tarafında, kışla ile surların arasına sıkışmıştır. Geceleri, saat ondan sonra, dar ve yarı karanlık sokakları ile vahşi bir adaya benzer.

Sait Faik, dilediğince yaşamıştır Grenoble'da. Zili daima çalan, o zamanlar sessiz, filmler oynanan sinemanın kapısında sevgilisiyle buluşurdu. Beklediğinin gelmediği günlerin tadı yoktu onun için. O günler, şehre yağan şeyin kar ya da yağmur olmasıyla birbirinden ayrılırdı. Öğrenciler, kahvehanelerde ya da masaları fıçıdan olan meyhanelerde oturur, Ren kıyısı şaraplarından içerlerdi. Zaman ilerler, bir öğrenci kendi dilinde bir türküye başlar, ardından İsveçli kızlar, beyaz bir dağdan kayaklarla inmişler gibi; beyaz bir yokuştan, donmuş bir göl sırtına yerli ve beyaz kuşlarla birlikte düşmüşler gibi hep bir ağızdan bir kuzeyli türkü tuttururlardı. Yaz gelince herkes Grenoble'dan ayrılır, Sait de Marsilya yolu ile İstanbul'a dönerdi. Marsilya'yı sevmişti. Grenoble'da iken Paris’e, Lyon'a, Strasbourg'a gitmişti.


1935 de, sonu gelmez öğrenimi, uzayıp giden aylaklığı babası tarafından yeter bulunarak geri çağrıldı. İstanbul'a Orta Avrupa ve Tuna yolu ile döndü. Bir süre boş ve anılarıyla başbaşa yaşadı. Zamanla canı sıkıldığından bir işle uğraşmağı düşündü. Bu arada, Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulu'nda Türkçe grubu dersleri öğretmenliğine atandı. Çok kalamadı burada. Çocukları susturma hususunda bir papazla yaptığı tartışmadan sonra ayrıldı okuldan. Babası, ticaret yapmasını uygun buldu, eski tanıdıklardan biri ile kuru fasulye ticaretine başladı. Sermayeyi babası koymuştu. Fakat, bu eski tanıdık onu kandırmış ve fasulyeleri gizlice satarak yerine ceviz koymuştu. Böylece tacirliği de kısa sürmüştür.

Sait Faik, ilk kitabını bu yıllarda yayımladı. 6.4.1936 tarihli bir mektubunda şunları okuyoruz: “Kitabım birkaç güne kadar çıkmak üzeredir. İsmini Semaver koymuş bulunduk. Kitap birçok yanlışlıkla da çıktığı için pek ümitsizim.” Fakat gene de kıvançlıydı. İlk kitabının yayımlandığı “o gün ne güzel bir gündü, Deniz ne serindi! Ne güler yüzlü idi insanlar, çocuklar, kadınlar.

Birinci kitabından sonra da hikayeler yazmağa ve yayımlamağa devam eden Sait Faik, 1939 yılında ikinci kitabı olan Sarnıç'ı yayımladı. Aynı yıl, 29 Ekim 1939 tarihinde, babası öldü. Bu ölümün izleri görülmez hikayelerinde. Bu ölüm onu üzmüştür elbette. Fakat onu üzen başka olaylar da bu yıllarda ortaya çıktı.

Üçüncü kitabı olan Şahmerdan’daki Çelme adlı hikayesi için askeri mahkemeye verilmiş, Ankara'da yapılan yargılaması sonunda temize çıkmıştı. 1944 yılında yayımladığı Medâr-ı Maişet Motoru (sonradan Birtakım İnsanlar adıyla yayımlandı) adlı kitabının asılsız bir ihbar üzerine toplatılması onu iyice üzmüş, yazarlığa küstürmüştü.

Oğlunun başına beladan başka bir şey getirmeyen edebiyat ve yazma hevesine karşı annesinde de tepki görülmektedir. Ünlü bir kişi tarafından Marksçılıkla suçlandırılması yazmak isteğini iyice kırdı. Zaten alıngan, çabuk kırılan, küsen biriydi. Cahit Sıtkı'nın 5.2.1938 tarihli mektubundan anlıyoruz ki, daha ilk kitabının yayımlanmasından sonra, fazla ilgiyle karşılanmaması onu üzmüştü. Fakat son olaylardan sonra Burgaz Adasına çekildi, kendi hayatını yaşamağa başladı. Baba ocağı, annesinin gayreti, babasının mirası ile tütüyordu. Vakit geçirmek için balıkçılarla balığa çıkıyordu. Tuttuğu balıklardan birazını kendisi alır, gerisini dağıtırdı. Çok kez çamlıklara uzanır, oralarda uyur ya da sevdiklerini düşünür, yapacaklarını düşler, kitap okur, şiirler yazardı. Burgaz'ın fundalığından mavi suları, buğular içinde yüzen karşı adaları, Bozburun'u seyrederdi. Etrafında martılar uçar, köpeği Arap bir kaya üstünde güneşlenirdi. Pek seyrek inerdi İstanbul'a. Uzunca süren bu gidiş dönüşlerde kendine bir eğlence bulur, bir emekliyi dinlerken uyur, ya da Avrupa yolculuğunda tanıdığı kızı anımsardı. Bu günlerdeki hayatını, balıkçılarla balığa çıktığı anları hikayelerinin çoğuna konu yapmıştır.

Bu küskünlüğü uzun sürmemiştir. Yazı hayatına yeniden dönüşü Haritada Bir Nokta adlı hikayesinin sonunda şöyle anlatır: " Söz vermiştim kendi kendime… yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Böylece döndü yazı hayatına ve Lüzumsuz Adam adlı kitabı ancak 1948 yılında yayımlandı. Bundan sonra verimli bir yazı hayatı başladı.

Yazı hayatına dönünce İstanbul'a da döndü. Bundan sonraki günlerini Beyoğlu'nda geçirdi. Bu semtin en şüpheli batakhanelerine gece yarıları bile girmekten çekinmezdi. Mavi gözlü bir balık gibi İstiklal Caddesinde aşağı yukarı dolaşır, söylenenleri dinler, onlardan bir şeyler çıkarmağa çalışır, insanları incelerdi. Aşık olur, evlenme düşleri kurardı. Kendisi şunları yazıyor: "Saçım, tek tük sakalım ağardı. Fakat her zaman böyle pencere önlerinde bir hayal bekledim. Ne kadar fazla hakikat oldularsa şimdi bütün hepsi o kadar hayaldir."

Gecelerini Bulgar çarşısındaki apartmanında geçirirdi.

Yakın dostlarını candan severdi. Kini, yirmidört saat sonra eski zaman havuzları gibi durulurdu. Çocuk gibi küserdi. Konuşması küfürlü idi. Böyle olduğu halde kibardı. Hikayelerini güç yazardı. Uzun uzun dolaşır, görür ve sonra bir yere kapanır, dolmuş bir akümülatör gibi boşalıverirdi. Bazan kalemi kağıdı cebine sokar Burgaz’daki çamlığa giderdi. Orada tabiatla başbaşa, aklına geleni yazardı. Çok kez de evde geç vakitlere kadar çalışırdı. Hikayelerinin çoğunu sarı yapraklı bir okul defterine kurşun kalemle yazmıştır.

Sait Faik, 1944 yıllarında teşhis olunan siroz hastalığından mustaripti. Arasıra gelen sıkıntılar ve tehlikeli krizler perhizle atlatılıyordu. Belli zamanlarda hastahaneye gider, muayene olurdu. İçkiyi bırakmıştı artık. Arkadaş toplantılarında yutkunur, dudaklarını ıslatacak kadar içerdi. Tedavi için, 1951 yılında, Paris'e de gitmişti. Fakat orada fazla duramadı. Hastaneden hoşlanmamış, karaciğerinden parça alınıp tahlil edilmesi işi ortaya çıkınca korkmağa başlamıştı. 31 Ocak tarihine de gittiği Paris'ten 4 Şubat günü kaçmıştı. Kendisi şöyle anlatıyor bu yolculuğu: "Gittim, o canım Paris'i göreceğim diye. Titreyen kalbimin tayyareden iner inmez garip bir lakaydi ile, hatta pişmanlık duyduğunu hissettim. Büyük şehri 24 saat dolaştım. Her taraf bana tatsız geldi. Anladım ki, ne Paris benim bıraktığım şehirdir, ne ben o zamanki Sait Faik'im. Daha fazla duramadım, yine tayyareye atladım ve geldim."

Bu yolculuktan sonra, artık ölüme doğru gittiğini hissediyordu. “G ...” adlı hikayesinde şunları yazmıştı: "Kaç saat var ölüme? Bir sene mi, iki sene mi? Yoksa daha mı az? Beklenir .. Ne beklenecek? Mucize! İlimde mucize yoktur. Bilinmez, keşfedilmemiş kanunlar bulunabilir ama .. Şimdiye kadar yapılan bütün tahlillerde meydana çıkmamış bir şey olabilir. Olmamış olmasına ama, milyonda bir ihtimalle olabilir. Züğürt tesellisi! Tabiatın şakası yoktur. Ağır ağır öldürmek istedi mi ağır ağır, çabuk çabuğa niyetlendi mi koşar adım .. "

Bu duygular içinde bazan sinirleniveriyor, ne olacaksa olsun artık diyordu. Bu ölüm korkusundan, "en neşeli kahkahasından en küçük hareketine kadar" kurtulamıyordu. Alnı kırışıklarla dolmuş, seyrek saçları iyice kırlaşmıştı. Dudakları bütün lezzetlere susamış, mavi gözleri çocuk gözleri gibi temiz görünmeye başlamıştı. Ölüm korkusunu duyduğu günlerde ters, patavatsız bir insan olur, hırsından tırnaklarını yerdi. İçindeki yaşama hırsı, yaşama isteği kaybolmamıştı. Önce 31 Mart adıyla yayımladığı Hişt! Hişt! hikayesinde yaşamanın bilinmeyen sırrı üzerinde durur.”Nereden gelirse gelsin, dağ-lardan kuşlardan denizlerden, insandan, hayvandan ottan böcekten çiçekten. Nerden gelirse gelsin! Bir “hişt…hişt” sesi gelmedi mi fena…geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları… Hişt..hişt..hişt”


1953 yılında Amerika Birleşik Devletlerindeki Mark Twain Derneği, modern edebiyata yaptığı hizmetlerden ötürü Sait Faik'e onur üyeliği vermiştir. Bazıları, bunu kabul etmemesi için kendisini kandırmağa çalışmışlardı. Fakat o, bunlara aldırmamış, onur üyeliğini kabul etmişti.

Sait Faik, son yıllarda, çok sevdiği İstanbul'u sevmez olmuştu. Her geçen günle ölüme bir adım daha yaklaştıkça hırçınlığı da artmaktaydı. Ölümünden önce onu görmüş olan Ataç, şunları yazmıştı: "Dudakları büsbütün incelmiş, kupkuru, benzi sapsarı." Adadan ayrıldıktan sonra annesinin ihtimamından çıkmış, perhizlere fazla yüz, vermemişti. Bir hikayesinde dediği gibi, "hastaneden uyuşuk, pelte pelte, pıhtı pıhtı fırlamaya başlamıştır sokaklara. Yaşama isteğini eh karamsar hikayelerinde bile gördüğümüz Sait Faik, ölümden korkuyordu. Bir hikayesinde, "oluşundan önce hissedilen şeyler çok defa felaketlerdir," diyor. Sirozdan öleceğine inanıyordu. Nihayet 5 Mayıs 1954 günü bir kriz gelmiş, hastaneye kaldırılmıştı.

Sirozun pek az görülen ihtilatlarından özofaj kanaması ile gelen bu kriz üzerine Marmara Kliniği’nde tedavi edilmiş, bütün çalışmalara karşın, 10 Mayısı 11 Mayısa bağlayan gece, saat 02.35 de gözlerini yummuştur. Ölümü sanat çevresinde üzüntü yaratmış, bütün gazeteler ölüm haberini vermiştir. Sait Faik'in beklediği mucize olmamış, tabiat yüzyıllardır süregelen kanununu yerine getirmiştir. Sait Faik, her yerden ve her şeyden hayatın fışkırdığı bir mevsimde, çok bağlı bulunduğu hayata veda edivermiştir.

12 Mayıs 1954 Çarşamba günü, Şişli Camii'ne toplanmıştı onu sevenler. Hazin ve bıktırıcı bir İstanbul yağmuru yağıyor, Sait Faik'in tabutu musalla taşında tek başına ve sessiz duruyordu. Namazdan sonra da dinmeyen yağmur altında tabutu eller üzerinde taşındı Ve Zincirlikuyu Mezarlığı'na götürüldü.

Sait Faik'in ölümünden sonra annesi, "Sait Faik Hikaye Ödülü" kurmuştu. Onun 22.1.1963 tarihinde ölümünden sonra, bu ödülü Darüşşafaka Derneği yaşatmaktadır. Burgaz Adası'ndaki ev, 11 Mayıs 1964 tarihinde "Sait Faik Müzesi" olarak açılmıştır.

Hiç yorum yok: