CAHİT KÜLEBİ
1976 / MİLLİYET SANAT
Cahit Sıtkı'yla 1945 yazında birkaç gün için Ankara'ya gelişimde tanıştım. Bir kaç ay sonra da Ankara'ya temelli geldim. Bir süre yalnız yaşadığımdan geceleri çıkma olanağım vardı. Bu durum o günün sanatçıları çevresine girmemi oldukça kolaylaştırdı. Kaldı ki, Ankara'ya gelmek isteyişimin başlıca nedeni çoğunu uzaktan izlemek zorunda kaldığım sanatçı arkadaşlarla daha yakın olma hevesiydi.
O sırada en etkili dostluk çemberini oluşturan Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Şahap Sıtkı, Necati Cumalı - başlangıçta alttan alta küçük bir direnme göstermekle birlikte - kısa sürede beni aralarına almış oldular. Hepsinin de şiirlerimi sevmeleri, ilgilerini bizlerden esirgemeyen Sabahattin Eyuboğlu ile Sayın Nahit Fıratlı'nın her zaman kapılarının çemberimize açık olması da bu dost oluşun güçlenişinde etki yaptı.
Kimilerimizle daha da yakından ilişkili olmakla birlikte, her zaman aramızda bulunmayan Oktay Rifat, Ahmet Muhip, Melih Cevdet ve daha sonraki arkadaşlar da bu çembere katılırlardı. Erol ve Dora Güney’lerin, Bayan Roji Szabo'nun, Hikmet Birant ile Kadri Yörükoğlu'nun da ayrı bir yeri vardı. Ataç ise, her yerde hazır ve nazırdı.
Bir de, yalnızca Yeşil Fıçı'da, Şükran'da, Kürt Mehmet'te, oraların sürekli olarak "mihmanı" olan ve her gidişimizde karşılaştığımız dostlar vardı. Bunların başında iri kıyım gövdeleri, pos bıyıkları ve babacan davranışlarıyla birbirlerine çok benzeyen Fahir (şimdiki ressam Aksoy) ile soyadını bilmediğim Rıza, Galatasaray'dan Cahit'le arkadaş olan şimdi adım unuttuğum Verlaine burunlu biri, gece yarısına doğru uğrayıp merhaba diyen Şinasi (Nahit Berker) ve bir iki yıl sonra yakından tanıyıp dost olduğum Mehmet Kemal ile Salim Şengil anımsadığım arkadaşlar.
Cahit ile Oktay, Paris'ten ve savaş yıllarından gelme bir 'bağlantıyla birbirlerini çok severlerdi. Necati Cumalı ile ise bir süre aynı odada kalmıştı.
Cahit Sıtkı, dış görünüşüyle her zaman iyimser ve neşeli, dokunmayıcı biçimde şakacı ve herkes için iyilikseverdi. Ufak tefek, zayıftı. Bir uzak doğuluya benzeyen yüzü her zaman çok temiz ve güzeldi. Oldukça “ harabatî ” olan böyle birinin o denli temiz oluşuna gerçekten şaşardım. Peyami Safa'da ve onun hayranlarında da görüldüğü üzere Fransızca deyimler kullanmaktan hoşlanır, içkiyi sanki ilâçmış gibi her derde deva sayardı. Örneğin ben zayıftım. Bunun her akşam içmeyişimden ileri geldiğini söylerdi. Genellikle herkes yeni şiirlerini birbirlerine okurdu. Gerekli gördüğü ya da kendi şiir tutumuna uymayan noktaları belirtmekle birlikte, özellikle, kendini henüz kabul ettirmemişlerin her yazdıklarını beğenirdi. Bunun çok iyi yürekli oluşundan ileri geldiğini sanıyorum. Kendisinin dergide çıkmış bir şiirinden söz edersem, (belki de bu yönde bana güvensizdi) "Adaş" hiç olmazsa bir mısraını söyle" diye üstelerdi. Birimiz şiirini okursa, ya da bir öyküden söz edilirse, ince bir espriyle karşılardı. Örneğin, "Mehmet Ali" şiirimi sık sık okuturlardı. Şiirin sonu şöyle bitiyor:
"Zeytinyağı ve ekmek kadar –
Kıttı hürriyet memlekette, -
Büyüdüğü zaman akranları Mehmet Ali'nin
Her şey bol olur elbette"
Şiiri bitirirken Cahit'in ne diyeceğini bilirdim. "Elbette, adaş!", diye bağırırdı, "Elbette! " ..
Herkesin bir tür şiir okuyuşu vardı. Orhan'ın şiirleri insanın utanıp sıkılmadan okuyacağı türden olduğu kadar, kendisi de bunları ağır ağır şiirselliğe kaçmadan, küçük bir alaycı bakışla ve o güzel sesiyle okurdu. Yeri düşmüşken belirteyim ki, Orhan Veli, şiirlerinde ve düzyazılarında vermeye çalıştığı izlenimin tam tersine, tanıdığım insanların en düzenlisi, akıllısı ve kibarıydı. Necati, gözlerini yumarak okurdu. İçimizde en gencimiz oydu. Cahit ona "macuncu!" demekten hoşlanırdı. Ben bir "marifet" işlemiş gibi sırıtarak okuduğumdan, arkadaşlar, "Külebi, ölümden söz ederken bile gülüyor" derlerdi.
Ya Cahit nasıl okurdu: Dili o denli seven, kimi sözcükleri dua gibi yineleyen Cahit, bugün anımsadığıma göre, okurken abartmazdı. Ama, ibadet eder gibi belli belirsiz bir duygulanma ile ve her zaman üstüne basa basa okurdu. Ne duygusaldı, ne gülünç.
Cahit'le anılarımız bunlardan ibaret değil elbette. Ne var ki, Oktay Rifat ve Necati Cumalı'nın anıları oranında zengin de değil sanırım. Çok iyi kalpli, cömert ve neşeliydi. Hiç kimseyle dargın olduğunu, hatta olabileceğini sanmıyorum. Her zaman parasızdı, ama kendi çevresinde onurlu ve iyi yaşardı. Şiirlerinde kötümser, yaşamında iyimserdi. Bekarlığın yoksunluğunda temiz giyinir, eli yüzü temiz gezerdi. Meyhanelerin onun için iş yerinden daha ciddiye alınır olduğu kanısındayım.
Necati ile bir odada kaldıkları sırada, bir pazar sabahı gittim. Necati hem gülüyor, hem üzülüyor. Cahit gece eve gelirken bir taksiye binmiş, inerken bakmış parası çıkışmıyor. Kolundan Zenith altın saatini çıkarıp şoföre vermiş, "Bunu getir, paranı al" diye. Bekledi, durdu. Biraz utangaç, bir parça şaşkındı, ama, fazla aldırdığı da yoktu.
Evlenmeye, çoluk çocuk sahibi olmaya çok özenirdi. İkinci çocuğum olacakken, "Adaş" dedi, "Kız olursa adını ben koyayım, ister misin?". Çok sevindim. Heyecanla bekledik. Oğlan oldu. Telefon edince inanmadı. "Ne koyacaktın?" dedim. Bütün zorlamalarıma karşın söylemedi. "Kendi kızım için saklıyorum", dedi. Bilindiği gibi evlendi ama, çocuğunu göremedi.
Cahit'in evlenme öyküsü hazindi. Bir bayana vurgun. Evlenmek istiyor. Ne var ki, kızın babası da vezinsiz şiirler yazan, bu nedenle de "solcu" (!) olması gereken birine kız vermek istemiyor. Ataç'ın yardımıyla o sıradaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Emniyet Genel Müdürü Halûk Nihat Pepeyi'den Cahit'in "solcu" olmadığını açıklamasını rica ediyor. Kızın babasına haber veriliyor. Adam gelmiyor, "Gelsin, söylesinler" yanıtını gönderiyor. Emniyet Genel Müdürü ise, "Ben adamın ayağına nasıl giderim" diye gitmemekte direniyor. Sonunda işi hallettiler. Cahit evlendi. İçkiye tövbe etti.
Bir cumartesi, o gençlik günlerinde son mekanımız olan Buket'in bahçesinde oturuyordum. Baktım, Cahit geliyor. Masaya oturdu. Bir kadeh içti. Bir de 35'lik Yeni Rakı getirtti. Her zamanki alışkanlığınca, hesap pusulasını özenle imzaladı. Gitti. Haftada bir içecekmiş.
Cahit'le ilk karşılaşmamızda "Otuz Beş Yaş" şiirini CHP şiir yarışması için yazıyordu. O sırada, Ahmet Muhip'in "Ağrı"yı yine bu amaçla hazırlarken bana karşı tutumu, benim yarışmaya girmekten ürküşüm, bunlar ayrı bir konu. Yalnız, Muhip özenerek yazdığı o şiiriyle yarışmaya katılmadı. Cahit ise, her dizesini ayrı ayrı bildiğimiz şiirini tamamlayarak yarışmaya girdi ve birincilik ödülünü aldı. Bugün düşünüyorum da, 59 yaşımda olduğuma bakıyor ve 35 yaşındaki Cahit'ten bir bakıma utanıyorum. Ne kadar genç ölmüş, oysa ki, o şiirde hep yaşlılıktan söz etmiş ve öbür şiirlerinde sürekli olarak yineleyişinin tersine yetmiş yıl yaşayacağını ummuştu.
4 Temmuz 2010 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder