RSS

4 Temmuz 2010 Pazar

CAHİT SITKI TARANCI

Geleceği bilmiş gibi, Cahit Sıtkı Tarancı, “Benim senden büyük umutlarım vardır. Bu umutlarımı boşa çıkarmamak için çaba göster, yaşamda her şeye gül, neşeli ol, insan ol!..” diyen babasına şunları yazar:

“Benim de çizilmiş bir mefkûrem var, ben her şeyden önce yaşadığımın delîli olarak bir yapıt oluşturacağım. Adımızı, ülkemizi ve adını yükselteceğim. Gelecek kuşaklar bir Pirinççizâde adının varolduğunu bilecekler ve bu adı, saygıyla, övgüyle, anacaklar"...

Mektubunu;“Siz bugünün mutluluğundan sorumluysanız, ben de gelecekteki ünümüzü oluşturmakla uğraşıyorum.”diye sürdüren 19 yasındaki Tarancı, özellikle babasının “insan ol” vurgusunun üzerinde durur:

“Parasal konulardan hoşlanmadığımı, sahtekârlıktan dolandırıcılıktan, yalancı amaçlar için didinmekten hoşlanmayacağımı anladım... Benim için yaşamak bir mutluluk değil, süregiden bir emek ve çaba demektir. Okuldaki sevmediğim derslere çalışmak değil, mefkûremin gizini çözmek için harcayacağım çabadır. Sanırım ne deli, ne de çocukça şeyler düşünecek yaştayım... Zamanından önce acıyla pişmiş bir meyveyim ki varlığımda toplanan tadı, şiirin kutsal yüreğinde göstereceğim” dedikten sonra, anasının babasının gönlünü hoş etmek için: “Babacığım, oğlunuzun insan olmasını istiyor musunuz? Merak etmeyin, isteğiniz yerine gelecek... Anneciğim, oğlunuzun gülmesini istiyor musunuz? Gülecektir, bu kez içtenlikle gülecektir.” diye mektubunu bağlayacaktır...

Ama o insan olmayı ve gülmeyi başka biçimde algılamaktadır...


O günün koşullarına göre “insan olmak “ kesintisiz bir öğrenimi sürdürüp yetkili bir bürokrat olmaktır. “Gülmek” ise Cahit Sıtkı’nın şiirinin temelini oluşturan karamsarlıktan kurtulmaktır. Oysa O’nun insan olmaya verdiği anlam, şiir yazmakla özdeşleşmiştir. Şiir neyi gerektiriyorsa öyle yapacaktır. Bu nedenle Cahit Sıtkı’nın yaşamını şiirden, şiirini yaşamından ayırmak olanaksızdır.

Bu şiirle bütünleşen yaşam 2 Ekim 1910’da Diyarbakır’ın Camii Kebir mahallesinde başlıyor. Babası Sıtkı Bey o dönemin örnek kişilerinden saydığı için oğlunun adını da Cahit koydu... Önce Diyarbakır’da Numüne-i Terakki-i Hamidi Mekteb-i İptidai’ye verildi. Bir yıl sonra Mekteb-i Sultani’ nin iptida bölümüne geçti. Böylece ilkokulu bitirdi. Oradan Istanbul’a gelip Saint Joseph Lisesi’ne girdi. Daha sonra Galatasaray Lisesi’ne geçti. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Mülkiye’ye giriş, oradaki başarısızlık, oradan Yüksek Ticaret Okuluna yazılış, küçük memurluklar...

Ve Cahit Sıtkı’ya Paris yolu gözüküyor. Cahit Sıtkı Paris’te Politiques’te okuyacaktır. Bir yandan derslerini yürütür, bir yandan da Paris Radyosunda Türkçe yayınları spikerliği yapar. Ne ki savaşın patlak vermesi, ozanın Istanbul’a dönmesine yol açar. Askerlik ve başka memurluklar...

Bu yaşam sınırları içinde asıl gelişen Tarancı’nın şiiridir. “Şiirini dönem dönem geliştirdi” tezini doğrulamak için bunu söylemiyorum... Aslında ozanın şiiri başta ne ise sonda da o olmuştur. Zaten yaşamının, dönemleri içerecek uzunlukta olmayışı da buna gerekçe olarak gösterilebilir...

Cahit Sıtkı’nın şiiri gerek duyarlık, gerekse biçim yönünden başta ne ise sonda da aynıdır. Bu şiirleri okurkan kimi zaman koyu bir karamsarlık duyarsınız içinizde, kimi zaman da aydınlık bir sabahla karşılaşırsınız.

Adnan Binyazar “O’nun kişiliği de şiiri gibidir" diyor ve ekliyor: "Kimi zaman bir aile yuvasına sığınma , kimi zaman da yalnızlığı yoğunluğuna yaşama isteği güç kazanır. Aynı durum şiirine de yansır. Var oluşla yok oluş arasındaki gizi çözümlemeye çalışır. İnsanın varlığına inanması ile yokluğunun bilincine varması ikilemi, O’nun şiirlerinin temelini oluşturur. Sevinçlerinde de, karamsarlığında da bu ikilem etkisini hiç yitirmemiştir. Bir yandan cıvıl cıvıl bir bahçenin imgesi yaşama sevincine dönüştürürken; bir yandan da, bu cıvıl cıvıl bahçeyi mezarlık çağrışımıyla bütünleştirmeye çalışır. Böyle bir imge bütünlüğü içinden kendisini çıkaramaz. O’nun düşüncesine göre ömür bir oyalanmadır, zaman sanki insanla alay eder gibidir... Cahit Sıtkı’yı en çok ezen de bu alaydır. Bir türlü bu alayı yaşamın doğallığına dönüştüremez. Doğu gizemciliğinin çağdaş düşünceyle uyuşu-mundan doğan gerçekçi düşünce, O’ nun şiirlerinde düş kırıklığına dönüşür. İlk kitabın birinci şiiri "Ömrümde Sükût" ta görürüz bunu...



Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl
İpekli mallarını kimseye göstermeden
Sonu gelmez kumlara uzanırsa muttasıl
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden

Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek



Ömür, hep sonsuzluk, boşluk içinde yitip giden bir zaman sürecidir. Bunu kimileri ölüm korkusu diye nitelendirirler... Aslında Cahit Sıtkı’nın hemen her şiirinde beliren ölüm korkusu değil varoluşun gerçeğidir..

Ondaki ölüm, ölümün kendisinden çok yaratılan bir duygu dünyası, ölümün şiire dönüşümüdür. Ölümün karşısına koyduğu yaşam da sanki ölüme dönüş sürecidir. “Ne gün aslına dönecek bu ten?” diye bir dizesinde sorar. “Ten” in aslı; taş, toprak, çiçek su ya da madendir.

Gizemcilerin varlık birliği görüşü, Cahit Sıtkı’da şiirleşen bir öğedir. İnsan sürekli dönüşümün bir “zerre”sidir. İşte O’nun şiirleri için bu “zerre” oluş bilincine varan şiirler diyebiliriz... İşlediği yalnızlık, karamsarlık, sığınma duygusu ve yaşam sevinci... gibi temler hep bu temel amaçtan kaynaklanır...

“Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek.
Semada yıldızlar, yerde kurtlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek.”


Ölümün dışındaki yalnızlıktan kurtulmak bazan öyle zor bir iş gibi görünmeyebilir... ne ki sığınılan; insandaki acıma duygusu, insandaki koruyucu güç, tümüyle insanın kavrayıcılı, yardımseverliği değil; yalnızca gökyüzüdür; yani sonsuz boşluklardır.. Belki, ölümün de küçüldüğü evren...

Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamasın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.

Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aks'imizden eser yok.



Gökte yıldızların yarattığı boşluk duygusu, toprağın yarattığı sonsuz bir bilinmezlik, Cahit Sıtkı Tarancı’nın duygu değişimlerinde olduğu gibi, şiirlerindeki gerçeği de vurgular... Dış dünyanın duyarsızlığı karşısında yok olup giden bir varlığın sonsuzluğunu konu alır.

Bu iç düşünce varlığın bilinci kavrama karşısında, içinde “sanki sesten bir orman” yaşatmaktadır. Ölüm “aynada zifiri bir gece” dir.. Hem aynaya vuran, hem de karanlığıyla O’ nu da yutan... “Bir Lahzam” şiirindeki gibi…


Aynadaki aksim, gölgem, bir de ben.
Var mıdır, yok mudur onlar sahiden?
Aşina değiller çektiklerime;
İçlerinden biri gelse yerime.

Ben bir gölge olsam, yahut bir hayal,
Onlar gibi hissiz, onlar gibi lal.
Olsa bütün ömre bedel bir lahzam;
Var görünsem, onlar gibi yok olsam!



Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirlerinde en çok işlenen temalar arasında “ayna” ve “rüya” kavramlarını da anmalıyız. Ama bu kavramlar Ahmet Haşim’ de olduğu gibi, imgesel öğeden çok, gerçeği vurgulayan soyutlamalardır. Ahmet Haşim’de görünümlerin tanımlanmasında kullanılan bu sözcükler, O’ nda felsefi anlamlarıyla önem taşırlar. Aynadaki görüntüyü, kendisi ve gölgesiyle bir tutar. Varlığı, var olup olmadığını da bu üçüyle birlikte düşünür. Ayna O’na insanlığı anımsatan bir yansıtma aracıdır. İçiyle dışını bir devle cüce gibi gösterir. Ölümü de yansımayla açıklar ve aynanın gerçeğine sığınır:



İnsanlar içinden kurtulup, ne zaman
Aynamla baş başa, yapayalnız kalsam,
Akislerle susup, nihayet bir insan
Olduğumu bana hatırlatır aynam.

Aynam, aynam bana bir devle bir cüce
Halinde gösterir içimle dışımı.
Bu müthiş tezadı duyup düşündükçe.
Nasıl zaptedeyim ben haykırışımı!


Gene insan temizliğini ve saydamlığını da suda , “ayna” da bulur... Simgecilerde olduğu gibi, O’nda da simgeyle gerçeğe varma çabası görülür. “Rüyamız” şiirinde;


Bir havuz kenarında yan yana oturmuşuz;
Bu su bizim gölgemiz,biziz şeffaf ve temiz.
Su sesine uyarak bir şarkı tutturmuşuz,
Açılan güller gibi suda gönüllerimiz.

Ne vakitten beridir burada oturmuşuz?
Dünden, hatta bugünden bile yok haberimiz.
.......................
.......................


İşte gözlerimizde bu suyun derinliği,
İçimizdedir işte bu suyun serinliği;
Biz o kadar, o kadar birbirimiziniz.



Ama simgecilerden ayrılan yanı, Cahit Sıtkı’ nın sözcüklere aşırı değer vermesidir.

Haşim’de renk olan, ses olan sözcükler, Cahit Sıtkı’da anlamı yoğunlaştıran bir öğedir. O’ na göre sözcük; “bir annedir, dosttur, kadehtir, düştür; yani bir tedaisi, bir gölgesi hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir.” Bu nedenle şiir başka dile çevrilemez. Çevrilince sözcükler, ses ve çağrışım değerlerini yitirir. Akşam Vakti şiiri’nde;

Neden öyle sessiz duruyorsun öyle?
Şarkın mı tükendi dersin, biten günle,
Yoksa gün mü bitti şarkınla beraber?

Çığlıklar, içinde can verdiği bu an,
N'olur, gözlerine geceler dolmadan,
Bana altın gibi bakışlarını ver...

Zaman zaman bu boşluk duygusunun yaşama sevincine dönüştüğünü de görürüz. Ama gene de hepsinin temelinde bir ince hüzün sezilir... Sevgiyi yüceleştirme, sevgili karşısında duyulan tapınma düzeyindeki coşkulanma; bu hüzünle beslenir, sevgiliden uzaklığın yarattığı hüzne tanık oluruz. Oysa o öldükten sonra bile sevgi gücünü yitirmeyecektir. Mahşer günü de sesi duyulunca, “Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum” diyecektir. Gizlisiz saklısız bir coşkuyla şöyle seslenir:

Ben aşk adamıyım
Sevmeye geldim insanları
Gönlümle elimle, kafamla sevmeye;
Hesapsız, karşılıksız, ayrılık gayrılık gözetmeden


Bu sevgi öyle düzeylere ulaşır ki sevinç olur ve Cahit Sıtkı’ nın ağzından şiirimizin en güzel dizelerinden biri dökülür:


“Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar
Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar.”
………………

“Öyle dalmışım ki bu akşam üstü
Komşu arsadır gözümde gökyüzü.”
der.


Gündüzün aldatıcı gerçekliği yerine, gecenin, aynanın, düşlerin sonsuzluğunu koyar.. Umut oradadır. Şu dizeler de bunu kanıtlıyor:

Güneşe kavuşabilmek için çocuk,
Gündüzün boş yere çırpınır durur
Nihayet, nihayet geceleyin çocuk,
Koynunda güneşle beraber uyur...”


Cahit Sıtkı Tarancı koynunda güneşle girdi toprağa.. Bir çocuk gibi.. Şiir güneştir bir bakıma. Güneş toprağa can verir, şiirse insana.. Toprak ürünüyle topraksa, insan da duyarlığıyla insandır. Tüm bu duyarlıkların anlatıldığı şiirlerden biri daha; "Ben Ölecek Adam Değilim"



Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.

Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükûta râmolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?

Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?

Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson'u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?

Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.



Şiirimizde Cahit Sıtkı, yeni bir duyarlık yaratıcısı olmuştur. Gökyüzünün başka renginin olduğunu, taşın sertliğini bize o göstermişti… 30’lu yaşlarda başlayan sorgulamalara o dikkat çekmişti…

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.


İnsanın dış değişiminden daha çok, içsel değişiminin önemli olduğunu şiirleriyle bize o göstermiştir. İnsanın dış değişiminden çok içsel değişiminin büyüklüğüne de O dikkat çekmiştir. Özellikle insandaki ikilemi, duygusal dalgalanmayı, insanın "iç gerçeğiyle dış gerçeği arasındaki uyumu ya da uyumsuzluğu", insanın evrensel anlamdaki varlığını, "karamsarlık-yaşama sevinci" arasındaki gel-gitleri duyurması yönünden. “ İki Ses” şiirini anabiliriz:

Dışarıdan herkes:- Görmemiş ol, savaş!
İçimden bir ses:-Konuş! Konuş! Konuş!

Dışarıdan herkes:-Böyle uslu, yavaş...
İçimden bir ses:-SAVAŞ! SAVAŞ! SAVAŞ!

Dışarıdan herkes:-Tıkırında işin...
İçimden bir ses:-Düşün! Düşün! Düşün!

Dışarıdan herkes:-Bugüne uy, barın...
İçimden bir ses:-Yarın! Yarın! Yarın



"Ömrümde Sükut", "Otuz beş Yaş", "Düşten Güzel ve Sonrası"nda toplanan şiirleri tek bir şiir gibidir.


Yalnız kendi başın mı dertli sanırsın
Gölgesi yeryüzünde avare insan?
Taş da istemezdi yosun tuttuğunu;
Solmakta her çiçek kokusu uçunca.
Tasadır ağaca rüzgarda yaprağı;
Her kuş yanar az-çok ölen yavrusuna;
Sivrisinek de halinden memnun değil;
Vızıltısı şikayet makamındadır
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.

Şimdi o dünyadan hiç bir haber yok;

Yok bizi arayan soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş, ha olmamış penceremiz;
Akar suda aksimizden eser yok.





günfrfd / 1998

Metin ağırlıklı olarak Adnan Binyazar'ın Cahit Sıtkı Tarancı yazısından ... Milliyet Sanat Dergisi derlemelerinden... Ve kendi kitaplarından yararlanarak yazılmıştır.

Hiç yorum yok: