RSS

12 Mart 2017 Pazar

MELİH CEVDET ANDAY



KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS

İKİNCİ BÖLÜM


1.
 

Büyüdük çocukluğumuzdan
Büyüdük tarihe usulca
Biz bir yana, doğa bir yana

Doğanın yanında bir başka doğa
Karşından bize gözlerimiz mi bakan?
Ve güneş altındaki ölümlü tanrılara
Hâlâ şaşkınlık içindeki yontularda
Susar doğadan ayrı düşmüş insan
İnsanın boşluğunda doğa.


2.

Belli değil biz mi, doğa mı
Kimdi kim bu ayrılığı isteyen?
Belki kör bir çocuk küstü ağladı
İlk karın çılgın geyiğinden;
Belki de bir sakar büyücü karı
Aşımıza tanyeri ağarırken
Ağulu, esrik bir göktaşı
Düşürdü bileziğinden
Çıldırmış evrenler artığı

3.
 

Kaşla göz arasında oldu olan
Birdenbire ilk göz süreksiz ve anısız
İlk kuş kanadınca ürkek ve yalnız
Ağaçtan önceki ağaçlarla tek bir an

Tüyleri diken dikendir hayvanın
Işığın püsküllü atları şaşkın
Gözün gözü daha kocaman
Ve hiç göz değmemiş ormanın
Tembel devi boş bulundu apansız
 

4.
 

İşte o zaman bir akarsu
Geçtiği yerlerden bir daha geçti
İsteyerek ikiledi kendini
Gök bir daha, bulut bir daha
Saklı bir deniz denizin altında

Yaprağının altında yaprak
Göründü görünecek ucu
Uçan kuş gene uçuyordu
Kendi gibi olmaya çalışarak

5.


Oysa giden bulut değil, yaprak değildir
Renk bir düşünce gibi büyür çünkü
Tutamam tuttuğum dalda belki elim var

Bakıp unutmuşum gözlerimi denizde
Gökyüzü belleğim olur çünkü gittikçe
Ne duyu, ne görü, sade yıldızlar
Bütün müyüm, parça mıyım, kim bilir?
Yitmiş gitmişim güneşlerle yüklü
Yiten güneş değil, toprak değildir.


6.

Bağlantısız bir düzende ordan oraya
Koştukça artıyordu yalnızlığım
Bir dinothorium'un gözünden baktım
Kendime -Ne çılgınlık!- yabancı ve uzak
Denizi gözlerinden çıkarmış da
Sallıyordu gagasında bir martı
Rüzgâr tüyleniyordu bir kuşta
Yavaş yavaş yoğunlaşarak
Gök gürültüsü az sonra artık ağaçtı.

7.
 

Kaç kez unuttum sevinci
Yağmurlu bir gezegendi çiçek
Kulaklarım çiçek sesleriyle dolu
Kokusunu gördüm onun giderek
Geceler, gündüzler yaratıyordu
Gecenin gündüzün yardımı ile
Madenlerin, rüzgârın, göğün yardımiyle
Madenleri, rüzgârı, gökyüzlerini,
Çiçegi yaratıyordu kendi kendine.
 

8.
 

Kendi kendine geçip giden mavi
Kanatlı atında dalganın
Yarıya indirgemiş daireyi
Sallanın maviler sallanın
Varabilir misiniz yayın ötesine?
İki nokta arasında sürekli
Ve sonsuz bir koşu ki tanrım
Gökler de yarım, dalgalar da yarım
Dalgaları gökler tamamlıyor, geçtikçe.
 

9.
 

Esriktim artık çalkantıdan
Birlikte var olmanın rastlantısı
Aldı götürdü beni bir an
Değişen biçimler içinde...
Artık üçgen yağmurları mı
Gök piramitleri iç içe
Değirmi denizler mi istersin yansıyan
Küsuf konilerinde sapsarı
Gel birliği yeniden kur ey gece!
 

10.
 

Ama saat kaç, kim bu başucumdaki?
Saf olayın yenilenmesi mi su?
Ağaçlar gerisin geri eski yerine

Açılarla aralıklar tıpatıp doğru
Ama saat kaç, kim bu başucumdaki?
Kim ölçüyor, soran kim, neye göre?
Düzen sevgisi mi, yoksa korku mu?
Düşünülmeyenden düşünülene?
Ama saat kaç kim bu başucumdaki?






BİZDEN SONRA

Haydi artık öl dediler bana
Ölmek istemiyorum demedim
Demedim ama
Şimdi bilmek istiyorum
Toprak gene bizim zamanımızdaki gibi mi sürülecek
Tezgâh başında çalışırken
Gene denizde, güneşte mi kalacak adamın aklı
Biz nasıl olsa öldük.
Artık ne çiçek koklamak,
Ne de ötekine berikine içerleyip
Rakıya sarılmak var bizim için
Hiç, hiçbir şey kalmadı.

Bari bizden sonra ne olacağını bilsek…

1915’te Istanbul’da doğdu. Babası avukattı. Kadıköy Ortaokulu’nu, Ankara Gazi Üniversitesini bitirdi. Önce Hukuk Fakültesine, Sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne girdiyse de devam etmedi.

1938 yılında sosyoloji öğrenimi için Belçika’ya gitti. Burada bir süre kaldıktan sonra II. Dünya Savaşı nedeniyle yurda döndü. 1942’den başlayarak Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde danışmanlık, Ankara Kitaplığı’nda memurluk ve gazetecilik yaptı.

1951’de Akşam Gazetesi’nde çalışmaya başladı. Tercüman, Büyük Gazete, Tanin ve Cumhuriyet gazetelerinde fıkra yazarlığı, sanat sayfası yöneticiliği yaptı. Denemeler yazdı.

1954’den başlayarak Istanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde fonetik-diksiyon derslerine girdi. Buradan 1977’de emekli oldu. 1964-69 yılları arasında TRT Yönetim Kurulu’nda çalıştı. 1979’da UNESCO Genel Merkezi Kültür Müşaviri olarak Paris’e gitti. Hükümet değişince geri çağrıldı.

Melih Cevdet Anday önce;

Mikado’nun Çöpleri adlı oyunuyla 1967-68 İlhan İskender Armağanı'nı Aldı
Gizli Emir Romanıyla 1970 Sanat Ödülleri Roman Armağanı
Tarjei Vesaas’tan Çevirdiği: BUZ SARAYI 1973’te TDK Çeviri Ödülü
Teknenin Ölümü - 1976 Yeditepe Şiir Armağanı -
Sözcükler adlı kıtabı ile 1978 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü
Ölümsüzlük Gılgamış’ la - 1981’de İş Bankası Ödülünü de aldı.


Melih Cevdet Anday
lise yıllarında başlayan arkadaşlıklarıyla Orhan Veli ve Oktay Rıfat’la sonraları Garip akımı çerçevesinde oluşacak birlikteliklerinin temelini attı. Bu üçlünün daha lise yıllarında Sesimiz adlı duvar gazetesindeki etkinlikleriyle edebiyata ilgileri belirlenmişti.

Anday 1936’da ilk kez Varlık’ta yayınlanan UKDE şiiriyle varlığını duyurdu. Aynı dergide 1-2 yıl dönemin egemen şiir tutumuna öykünen şiirlerinden sonra 1938’den başlayarak ölçü ve uyak kurallarına boyun eğmeyen şiirleri yayınlanmaya başladı...

Sonra Varlık’ta artık yakından tanıdığımız çıkışlarıyla şiirimize yeni bir anlayış getirdiler. Lirizme, uyuma sırt çeviriyor, şiire girmez denilen konulara ve sözcüklere özellikle ağırlık veriyorlardı.

1941 yılında Garip dergisi çıkarıldı. Bunun önsözünde Orhan Veli temel ilkeleri açıklarken, “ölçü, uyak sınırlandırmasının kırmak/ şairânelikten kurtulmak, halkın beğenisini arayıp bulmak, klasik biçimlere başvurmamak, dize düşkünlüğünden kurtulup şiirde bütünlüğe yönelmek" gibi ilkeler bulunuyordu.

Garip’çilerin hep birlikte karşı çıktıkları “şairânelikten kurtulma” özelliğinden tümüyle kurtulamadığı görülür. Melih Cevdet Anday Garip’ten 5 yıl sonra çıkardığı “RAHATI KAÇAN AĞAÇ’ ta uyak kullanarak geleneksel Türk şiiriyle uzak bağlar kurmaktan çekinmez.



RAHATI KAÇAN AĞAÇ


Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Allahın işine bakın.

Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi rüzgarı karı
Ay işiğina bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı

Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin

TOHUM


Dörtnala haberci ilkyazdan
Aşağıdan inceden beyazdan
Dumanı tüten sıcak tohum
Dolan kara toprağı dolan
Ulaş yeryüzüne ak tohum

Hey gücüne kurban olduğum
Dağ taş dinlemezdim hey aman
Göster o gül yüzünü göster
Önce yeşil yeşil bak tohum
Sonra sarı sarı gülüver

Donansın donansın daneler
kız oğlan, alaca kına
tarlalar sebil tek bedava
Ver güzelim ver yiğidim ver
Pir aşkına fakir aşkına

Anladım farkı neden sonra
Tohumdan başka şeymiş bitki
Bu küçük deli fişekteki
Ne ki ağaç mı allı pullu
Yoksa ayrılık mı başak mı ki?

Kim bilecek... Kapalı kutu
Ama bulut, yağmur bulutu
Gelir kararır nerdeyse
Tohum altta nefes nefese
Kulağı gök gürültüsünde.


"Telgrafhane - 1952"



“TELGRAFHANE” 1947-1949 dönemi şiirlerini kapsar... Ve bu kitapta toplumsal sorunları işlemeye daha da ağırlık verir. Bu dönemde dili alabildiğine yalınlaşmış, büyük kent insanın günlük konuşmalarındaki kimi deyimlerden bol bol yararlanılmıştır. Bu dönemin en başarılı şiirlerden biri olan TOHUM’da ölçü ve uyağa büyük önem verilir.Ayrıca bütün şiir yarı gizli bir simgeyi yüklenir.



TELGRAFHANE

Uyuyamayacaksın
Memleketin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü artık sen o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki...
Uyuyamayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın...


1956 yılında yayınlanan YANYANA’daki şiirlerin bu doğrultuda ilerlediği görülür. Şiire geleneksel biçimler ağırlıkta girmiş, şiir dokusuna uyaklar hâkim olmuştur. Alay ince yergi, lirizm, coşku yan yanadır...


Kullanılan sözcüklerde de bir değişme göze çarpar. Önceki dönemin ağaç, deniz, bitki, vb.. gibi somutlukların yanı sıra çağ, dünya, yeryüzü, doğa gibi soyut kavramlar kullanılmaya başlamıştır. Ozan artık belirli düşünceler üzerinde araştırma yaparken biçimin kusursuzluğuna iyiden iyiye özen göstermektedir.

Süregiden değişim üzerinde düşünürken, Garip anlayışının 1950-55 döneminde, özellikle şiire yeni başlayanlar arasında olağanüstü yaygın bir etkisi olduğunu, bir zamanların yeniliğinin artık iyice eskidiğini de göz önünde tutmak gerekir.

Gerçekten de dönemin dergi sayfaları bu şirin kötü kopyalarıyla dolmuş, şiir giderek küçük basit olayların aktarıldığı, bütün gücü az sayıdaki dizelerin içine sıkıştırılmış küçük bir buluşta olan tür haline getirilmişti. Bütünüyle birbirine benzeyen bu şiirlerin altında imza olmasa kimin yazdığını çıkarmak neredeyse olanaksızdı...

Gelen giden yok. Bir titreşimdir bu
durağan fulyanın üstünde ara
bir diyapozon gibi titremekte. Kırlangıç
tarihsizdir. Belleğim sarsılıp duruyor denizde

martı bir uçta kanat, bir uçta ses.
Ya sabah, ya öğle. Gemici ve bulut.

Güneş ve yağmur… kıl payı bir dengede.
Dolu bir boşluğu doldurup boşaltmak işimiz
ölülerle gecelerle sümbüllerle...




Melih Cevdet Anday kitabının üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra, 1963’de KOLARI BAĞLI ODYSSEUS’u yayınladığında edebiyat çevrelerinde belirli bir şaşkınlık görülür. Daha öncenin açık, anlamını kolay ileten tadına kolay varılan şirinin yerini; konusunu mitolojiden alan, kapalı tadına güç varılan bir şiir almıştı.

İnsanoğlunun doğa karşısında gelişimini, “Nerdeyiz? Nereden geliyoruz? Bütün müyüz parça mıyız?” gibi zaman bağlı olmayan sorularla irdeleyen “zamansız” bir şiir!

Kolları Bağlı Odysseus ve ardından gelen GÖÇEBE DENİZİN ÜSTÜNDE ve TEKNENİN ÖLÜMÜ bir arada düşünüldüğünde Anday’ın toplumsal sorunları aktarma ve uyarma gibi daha önce şiirlerinde yer alan görevleri düz yazıya aktardığı görülür... Ve salt şiire ulaşmak istediği....

1960 sonrasında hem Türkiye genelinde, hem Türk şiiri ortamında bir çok şey değişmiş, daha önceleri şiirin sözcülük etmeye çabaladığı kimi konular başka uzmanlık dalları tarafından gündeme getirilip tartışılmaya başlanmıştır.

Anday’ın kendisi de deneme ve makaleleriyle bu tartışmalara katılmakta, görüşlerini bildirmektedir… Öte yandan şiirin bünyesine uymayan konuları, insanlar arası durumları 1965’ten sonra yayımlamaya başladığı romanlarında ele alabilmekte, oyunlarında çağdaş insanın yerleşik değerlerle ve düzenle çatışmasını irdeleyebilmektedir...

Böylece artık kimi görüşleri aktarmak ve yaymak yerine; yaşam doğa dünya tarihsellik gibi felsefenin yıllar boyu uğraştığı konularda yoğunlaşmak olanağını yakalamıştır. Felsefeye bile öncülük edebilecek, biçim yönünden kusursuz, anlam yönünden okudukça derinleşen bir şiire ulaşılmıştır.

Anday’ın ozanlığı tüm şiirlerinin derlendiği “SÖZCÜKLER” de de görülebildiği gibi durmadan gelişmiş, sürekli bir gelişme göstermiştir.



4.

Ey çocukluk , mutluluk simyacısı!
Alevini bul getir yanmış bakırın
Batı bulutundaki alı indir yere
Ne oldu tomurcuğun içindeki ısı
Kırmızı yıldızla mı damladı altın
Saydam sapın özündeki ambere
Bul getir korkusuz büyücü, gizci başı!



5.

Yerin üstünde gördük bunu unutma
Herkes yeniden yaşadı ve unuttu
Kalıntılarla uzak / anılarla yakın
Kendi görüntünde bir kırmızı karaca
Ne güzel yangındı o yangın
Herkes yeniden yaşadı ve unuttu
Yaktığımız mutluluğu unutma


6.

Ey doğa, büyük doğa ,sağır kral!
Tasında mermer yaz yağmuru
Kesik bacağında güneş halhal
Çağırıyorsun eski bahçene çocukluğu
Sendin senin mutlu uyruğundu
Sonra baktım pencereme vuran dal
Görünüp görünüp yok oldu.



7.

Ekşi salkımdan şarabı çıkaran kim
Toprağı ateşten, ateşi sudan
Bitkiyle, böcekle, benimle oluşan
Sonra kitaplarda okuyup öğrendiğim
Görünmez ışınlar, iç içe yörüngeler
Bensiz mi yanar, bensiz mi döner
Yasaların içgüdümdü benim


9.

Şimdi ondan ne ki kaldı
Unutulmuş bir kapı belki kaldı
Değişmez biçim, arı renk, ölümsüz birlik
Zorunlu kendiliğindenlik
Anılarla geldi gitti kaldı
Artık eski bahçelerde değildik



10.


Duyular eski ağaçlarım benim
Her gece bütün kuşlarını yiyen
Alaca bulaca fener alayı
Unutup gidilmiş körebelerim
Bilinçsiz bir inatla yeniden
Yeniden boyuna yeniden
Kurup kaldırıyorsunuz bu sofrayı




Yapıtları Rusça, Fransızca, İngilizce, Bulgarca, Yunanca’ya Sırp ve Polonya dillerine çevrilmiş, UNESCO’ nun Carrier dergisi 1971 yılında O’nu; Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis ve Kawabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır.

İlk şiiri Varlık Dergisi’nde yayınlandığında 20 yaşlarında bir gençti.

Orhan Veli ve Oktay Rıfat’la birlikte Türk Edebiyatını derinden sarsacak olan "Garip akımı" nın kurucuları arasında yer aldı. Türk şiirinde giriştikleri temizlik hareketi amacına ulaştığında, bütün diğer arkadaşları gibi Melih Cevdet Anday da yaptıklarıyla yetinemezdi.

“Göçebe Denizin Üstünde” adlı kitabında şiirde yeni arayışlara yöneldi; roman, deneme, anı, gezi, tiyatro oyunu gibi, edebiyatın hemen hemen her dalında ürünler verdi. Bir dünya şiiri mirasçısı olduğunu düşünerek, Batının-Doğunun ülkesinin şiir evreninde yeni yollar aradı: Homeros’tan Eliot’a, Ezra Pound’a, Japonlar’ın Haiku’larından Karacaoğlan koşmalarına kadar geniş bir şiir birikiminden beslenen bir şiir yolcusu olduğunu hissettirdi.

Şiirinde evrensel temaları bilinçle ele aldı, özgün bir şiirsel yaratıcılıkla ortaya koydu. O’na göre şiir; bilinen sözcüklerle bilinmeyen sözler yaratmak demekti... Şiir hiçbir düşüncenin duygunun taşıyıcısı değildi, bunlar olsa olsa şiir için bahaneler olabilirdi.


Melih Cevdet Anday; roman, oyun, deneme türlerinde de usta olduğunu yapıtlarıyla kanıtlamış bir edebiyatçımızdır. Doğa-insan toplum ilişkilerinin irdelendiği roman ve oyunlarında psikolojik derinliği olan sorgulama yöntemini uyguladı. Aklın irdeleyici, sorgulayıcı gücünden yararlandı. Karşı çıktığı düşünceleri çarpıtmadan, serinkanlı bir yaklaşımla ele aldı; açık aydınlatıcı bir dille tartıştı. Dogmalara karşı bilincin özgürleşmesini savunan M.C. Anday, anı ve gezi türü yazılarında da yer yer denemenin tadını hissettirir.

Uzun süre gazetelerdeki yazılarıyla geniş okur kitlesine ulaştı

Melih Cevdet Anday’ın şiirinde iki ayrı dönem vardır.

Biri Orhan Veli ve Oktay Rıfat’la birlikte başlattıkları, Türk şiirinde Birinci Yeni diye de adlandırılan Garip Akımı dönemi, diğeri ise Kolları Bağlı Odysseus ile 1963’te başlayan ikinci dönem...

Melih Cevdet Anday’ın, Garip Akımı ekseninde yazdığı şiirleri (yaklaşık 84 şiir) Rahatı Kaçan Ağaç 1946, Telgrafhane 1952 ve Yanyana 1956 adlı kitaplarında toplanır. Başlangıçtaki birkaç şiiri hece ölçüsüyle yazılmıştır.


Garip üçlüsü şairaneliği bir yana atıp, yaşamın sıradan yanlarını gündelik dille, ironik bir tarzda şiirleştirdi. Benzer yanlarına rağmen bu üç şairin ayrımları da vardı.

Melih Cevdet Anday’ın şiiri Orhan Veli’ye göre daha öznel, daha az yerel, daha evrensel temalar içerir. Melih Cevdet, savaş yıllarının yoksulluğunu küçük insanın dünyasına taşırken öfkelidir, suçlayıcı bir tavır takınır. O bu dönemde kendini Ahmet Haşim’in , Cahit Sıtkı Tarancı’nın A. M. Dranas’ın şiirlerine yakın bir duyarlılık içinde bulur. “Rahatı Kaçan” dünyada rahatı kaçmış insanın bazen ironik, bazen yergi dolu dili, Anday’ın şiirlerinde de bazen etkisini hissettirir. Bu şiirler yüksek sesle okunmaya elverişli değildir.

M.C.Anday’ın öbür arkadaşlarına kıyasla daha fazla hissedilen duygululuğu, Garip döneminde de düşünceyle bağ kurmak istemesinin ilk ipuçlarını vermeye başlamıştır.

Telgrafhane ile başlayan şiirinde yeni banzetmelere, yeni temalara, düşünceyle duyguyu kaynaştırmaya çalıştığı görülür. Doğayı imgelere çevirmeye çalışır, öz yaşamsal deneylerini şiir diline dönüştürür: barış, doğa, çağ, doğanın çeşitli varlıkları, doğa-insan diyalektiği öne çıkmaya başlar...

İroninin yerini zaman zaman coşku, tepki ve düşünce alır. Ama Anday’ın poetiğinde duygu da, düşünce de, bilgi de şiirin kendi değildir; sadece bahaneleridir. Bu konuda şöyle düşünür: “Hiçbir konu, hiçbir tema gerçekte şiiri yaratmaz Ortaya çıkarmaz. Onlar birer bahanedir. Şiir asıl yazılırken ortaya çıkar.”


Kolları Bağlı Odysseus ile başlayan şiirlerinin merkezine doğa-zaman- insan diyalektiği yerleşir. Yeryüzü, gökyüzü, güneş, gece, şafak, öğle, ikindi kısaca evren ve zaman, oluş içinde şiirle kuşatılmak istenir. Çiçekler, tohumlar, aylar, zamanın parçalanışı, parçalanmanın ruhu ve biçimi, kaotik herşey özgün imgelerde varlık bulur. “Her şey erken ve her şey geç” o an zamanı, yanılsamalı dünyayı, gören öznenin görünen nesne; eden eyleyen öznenin, edilen- eylenen nesneye dönüşümü ve bunlarda gerçekleşen yabancılaşmayı yakalamak ister. Böylesi bir şiir dünyasının “bahanelerinin” başında elbette mitolojinin kahramanları, tarihin trajedi kahramanları, Kirke’den Darpne’ye, Gılgamış’tan Odysseus’a, Truva kahramanı Patrokles’ten Timur’a kadar herkes vardır.


Bahanelerin bazıları arasında da ilginç buluşmalar gerçekleşir. Homeros, aydınlanmacı düşünce, doğu gizemciliği ve şiiri, Yunan tragedyaları... Atlar: Patrokles’in atlarıyla, Hz Muhammed’in Burak’ı, Köroğlu’nun Kırat’ı, Karacaoğlan’ın arkadaşı at vb.. ) Bütün bunların ardında şairin bir yandan şimdiki zamanla geçmiş arasında, öte yandan da çeşitli toplumlar arasında benzerlikler bularak bir bütüne varmaya çalışması yatar; "doğayı belli başlı öğelere indirmek, tarihi sadeleştirmek....”

İKİNCİ BÖLÜM


1.


Büyüdük çocukluğumuzdan
Büyüdük tarihe usulca
Biz bir yana, doğa bir yana
Doğanın yanında bir başka doğa
Karşıdan bize gözlerimiz mi bakan?
Ve güneş altındaki ölümlü tanrılara
Hala şaşkınlık içindeki yontularda
Susar doğadan ayrı düşmüş insan
İnsan boşluğunda doğa


2.

Belli değil biz mi, doğa mı
Kimdi kim bu ayrılığı isteyen?
Belki kör bir çocuk küstü ağladı
İlk karın çılgın geyiğinden;
Belki de sakar bir büyücü karı
Aşımıza tanyeri ağarırken
Ağulu, esrik bir göztaşı
Düşürürdü bileziğinden
Çıldırmış evrenler artığı


4.

İşte o zaman bir akarsu
Geçtiği yerlerden bir daha geçti
İsteyerek ikiledi kendini
Gök bir daha, bulut bir daha
Saklı tuttu kendini
Yaprağının altında yaprak
Göründü görünecek ucu
Uçan kuş gene uçuyordu
Kendi gibi olmaya çalışarak...


5.

Oysa giden bulut değil, yaprak değildir
Renk bir düşünce gibi büyür çünkü
Tutamam tuttuğum dalda belki elim var
Bakıp unutmuşum gözlerimi denizde
Gökyüzü belleğim olur çünkü gittikçe
Ne duyu, ne görü, sade yıldızlar
Bütün müyüm, parça mıyım, kim bilir?
Yitmiş gitmişim güneşlerle yüklü
Yiten güneş değil, toprak değildir.


6.

Bağlantısız bir düzende ordan oraya
Koştukça artıyordu yalnızlığım
......................
......................



7.

Kaç kez unuttum sevinci
Yağmurlu bir gezegendi çiçek
kulaklarım çiçek sesleriyle dolu
Kokusunu duydum onun giderek
Geceler gündüzler yaratıyordu
Gecenin gündüzün yardımı ile
Madenlerin, rüzgarın göğün yardımı ile
Madenleri, rüzgarı, gökyüzlerinin,
Çiçeği yaratıyordu kendi kendine.


8.

Kendikendine geçip giden mavi
Kanatlı atında dalganın
Yarıya indirmiş daireyi
Sallanın maviler sallanın
Varabilir misiniz yayın ötesine?
İki nokta arasında sürekli
Ve sonsuz bir koşu ki tanrım
Gökler de yarım, dalgalar da yarım
Dalgaları gökler tamamlıyor geçtikçe.


9.

Ama saat kaç, kim bu başucumdaki?
Saf olanın yenilenmesi mi su?
Ağaçlar gerisin geri eski yerine
Açılarla aralıklar tıpatıp doğru
Ama saat kaç, kim bu başucumdaki?
Kim ölçüyor, soran kim, neye göre?
Düzen sevgisi mi, yoksa korku mu?
Düşünülmeyenden düşünülene?
Ama saat kaç, kim bu başucumdaki?









Melih Cevdet Anday Kolları Bağlı Odysseus için kitabın başında şu açıklamalarda bulunuyor...


“KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS’u yazarken çeşitli ozanlardan ve kitaplardan yararlandım.

"Bu kitaplardan birtakımı, şiirimin düşünsel temelleri ile ilgili konuları işleyen kitaplardı. İnsanın doğa ile ilişkileri, insanın doğaya, topluma ve kendine yabancılaşması, bu yabancılaşmadan kurtulmak için giriştiği savaş; tuttuğu ve tutması gereken yol, yollar sorununda; okuduklarım şiirsel anlatıma geçmeden önce, düşünce hazırlıkları düzeyinde kalan çalışmalardır ki; bunların yorumu ve değerlendirmesi bakışa ve yapılacak işe göre çeşitlenebileceği için, kişisel niteliktedir; açıklanması düpedüz şiirle, şiirsel çalışma ve şiirsel özle ilgili sayılmayabilir."

"Ama şiirsel anlatıma geçtikten sonraki çalışmada, esinlenmelerin ve yararlanmaların niteliği, sanatın tekniği ve sanatçının yöntemi ile ilgili olduğu için, bunlar üstüne başkalarının incelemelerini beklemeden ve başkalarının incelemelerine yardımcı olmak amacı ile bir takım açıklamalarda bulunmak yararlı olur diye düşündüm. Şimdi onlardan söz edeceğim. Bu düşünceye, benzeri işi Eliot’un “Waste Land” için yaptığını gördükten sonra geldim.”


“Odysseia destanının 12. Rapsodisi, beni belki de 10 yıldır böyle bir iş için ilgilendirip duruyordu."

"Odysseus’un dönüşü, kendi adasını Ithaca’yı bulmak için oradan oraya gezip çırpınması ve sonunda Tanrıça Kirke’den yararlanmaya kalkması, bu parçanın özünü sağlar. Ancak benim dikkatimi çeken şu oldu: Tanrıça Kirke, her şeyi olduğu gibi söyleyeceğini açıklamasına karşın, Odysseus’u gene kendi kararı ile baş başa bırakıyordu. Onun sakınılması gerektiğini söylediği tek şey, sirenlerle ilgili idi."

"Kitabımın dördüncü bölümünde bu öyküyü kendime göre yorumladım, değerlendirdim. Karşılaştırıldığında açıkça anlaşılacağı gibi, Homeros’un birtakım deyimlerini, benzetmelerini seve seve kullandım. Odysseus’un başından geçenler üstüne pek ünlü bir şiir yazmış olan Tennyson’un da aynı işi yaptığını gördüm. Yalnız şunu da ekleyeyim: Tennyson, Odysseus’un öyküsünü, kısaca söylemek gerekirse "yılmadan aramak" biçiminde yorumlamıştır. Bu yorumla bir alışverişim olmadı."

"Buna karşılık Ezra Pound’un “Canto I” adlı şiirinde, aynı destanın 11. Bölümünü konu ettiğini gördüm, ki o şiirin başlangıç bölümünde Pound hiçbir yoruma gitmeden, sevdiği anlaşılan öyküyü yinelemekle yetiniyordu. Bu şiirde Homeros’un sözleri ve benzetmeleri, benim şiirimden daha çok yer alır."

"Kolları Bağlı Odysseus’un Birinci bölümünün ikinci kıtasının birinci dizesi, Beaudelaire’in “Correspondanses” adlı şiirinden alınmıştır. Önemli ve vazgeçilmez bir dize olduğundan değil; onu alışım bu şiirle kitabın birinci bölümünün benzerliğini göstermek içindir.: Kişinin, doğa dilinden anlaması. Ben bunu çocukluk dönemi için düşünmüştüm."

"Gene birinci bölümün ikinci kıtasının beşinci dizesini, Davud’un mezmurlarından aldım. ..."

"Kısaca açıklamak gerekirse; Kolları Bağlı Odysseus’un bazı parçalarında Ezra Pound’un “The Alchemist” şiirinden ve T.S. Eliot’un Waste Land” inin kimi parçalarından -belki dışarıdan bakıldığında sezilmeyecek uzak esinlemeler, biçim yararlanmaları olmuştur, diyebilirim.”

DÜZYAZILARI

Melih Cevdet Anday’ın düzyazıyla ilgilenmesi Yaprak dergisiyle başlamıştır.Yaprak ve Oluş Dergi’lerinde (1939) edebiyat ve şiir üzerine kuramsal yazılar yazmaya başlar.

Seçtiği konular üzerinde karşıtlıkları, farklı bakış açılarını irdeleyerek, değişik akıl yürütmeler yapar. Son derece de açık ve aydınlık bir dille yazar. Kesinlikle karşı olduğu düşünceleri bile özenle, çarpıtmadan, büyük bir saygıyla, serinkanlı bir dille ele alır... Dogmalara karşı insan bilincinin özgürleşmesini savunur.


Melih Cevdet daima akılcıdır, aklın geniş sınırlarında düşünür, ama bunu zorlamaya, aşırılığa vardırmaya da asla yanaşmaz. Denemelerinde Doğu-Batı ikilemi, uluslararası kültürel etkileşimler, çağdaş sanatın ve edebiyatın sorunları, sokaktaki adamın davranışları, felsefi kavramlar, cinsel ilişkiler, aşk, sofra kültürü, politika, dil, ekonomi gibi çok geniş bir konu dağarcığına sorgulayan bir dille girer ve umutlu aydınlık bir bilinçle çıkar... M.C.Anday’ın yazdığı denemelerde yer yer bir izlenimci yaklaşım, yer yer hümanist bir yaklaşım egemen olur.


Ozanın Akan Zaman-Duran Zaman, Anadolu’da ve Sosyalist Ülkelerde adlı kitaplarında topladığı, anı ve gezi yazıları da bir anlamda deneme özelliği taşır. Yazar anılarını, gözlem ve izlenimlerini hep düşünsel bir çerçevede ele alır. Yaşantılara özgürce bakmak Melih Cevdet Anday’ın temel ilkesi olmuştur.

ROMANLAR

Melih Cevdet Anday’ın romanlarının hemen hemen hepsi gazetelerde tefrika halinde yayınlanmıştır. Tefrika roman geleneğinin gazetelerde okur oluşturmak, okur kitlesini okumaya alıştırmak gibi amaçlardan doğduğu düşünülürse de, Anday’ın romanlarının hepsi bu amaçlara hizmet eder nitelikte olmamıştır.

Raziye’de İngiltere’de öğrenim gördükten sonra siyasi bir olaya karışıp kurtuluşu kırsal bir bölgede oturan dayısının yanına sığınmakta bulan bir gencin, bir çingene kızı Raziye’yle; kırsal bölgede yenilikler yapmayı planlayan, içten içe de Raziye’yi seven dayısı arasındaki ilişkiler irdelenir.

Aylaklar’da II.Abdülhamit döneminden kalma bir konakta, ahlak değerlerini kaybetmiş bir ailenin dramı yansıtılır.

Gizli Emir’ de baskıcı yönetimde insanların nereden geleceği belli olmayan gizli bir emirde kurtuluşu aramaları anlatılır; sorumluluğun ve direncin sınırları araştırılır.

İsa’nın Güncesi’ nde terör ve baskı ortamında, boğuntu duygusunu yaşayanlar açısından yaşamın sorgulaması yapılır.

Romanlarında kahramanların kendi kendileriyle, okurla ve diğer kişilerle konuşması, yalnızlık duygusundan kaynaklanır... “ben ile öteki” “ben ile dünya” arasında ilişkinin sorgulanmasına zemin hazırlar.
Bu özellikler oyunlarında daha da belirgindir. “İÇERDEKİLER” ve “MİKADO’NUN ÇÖPLERİ”, “ben ve öteki”nin sorgulanmasıdır.

“İÇERDEKİLER” de yazar; “insan ilişkilerde var olur” düşüncesini yansıtacak bir diyalog geliştirir. Cinsel güdülerin baskısı altında kalan tutuklu bir öğretmenin, alt-üst olan ahlak değerleri karısı yerine koyduğu baldızıyla yaptığı bir konuşmayla eski durumuna kavuşacaktır.

MİKADO’NUN ÇÖPLERİ’ nde içkili bir erkeğin, kucağında bebeğiyle sokakta kalan bir kadını eve alıp, onunla giriştiği tartışmanın altında, toplumun değerler sisteminin kişinin özgürlüğünü kısıtladığı görüşü savunulur.

YARIN BAŞKA KONUDA, DİKKAT KÖPEK VAR, ÖLÜLER KONUŞMAK İSTER, MÜFETTİŞLER adlı oyunlarında da “kendi kendine konuşan insanların hikayesi”, “absürd” tiyatro kuralları içinde işlenir.

Anday’ın oyunları "denetlenemeyen bir toplum yaşamı ile insan için kaçınılmaz bir son olan ölüm arasında sıkışıp kalmış bireyin var olduğunu kendi kendisine kanıtlamak istercesine durmadan konuştuğu traji-komik yaşama serüvenini” dile getirir.

ÖLÜMSÜZLER adlı oyunda ölümsüzleşmiş, ama zaman dışı kalmış Jül Sezar’ın günümüzde yaşadığı traji-komik serüven kurgulanır: Sezar yüzyılımızda Paris kahvelerinden birinde karısını beklerken bir tarihçiyle karşılaşır; tarihçi onu büstlerinden, resimlerinden bildiğimiz haliyle değil, elindeki elmadan tanımıştır.

Bu oyunda da Melih Cevdet, ölüm-ölümsüzlük-bireysellik ilişkilerini traji-komik bir parodi diliyle işler.

MELİH CEVDET ANDAY TİYATROSUNDA İÇ DEVİNİM

Melih Cevdet Andayın oyunları içsel yaşantılar üstüne kurulmuştur. Dış çatışmalara dayandırılmış yoğun olaylar dizisi Anday'ın hiçbir tiyatro yapıtında görülmez. Anday tiyatrosunda yalnızca “dramatik durum” ve "oyun kişileri" vardır. “Dramatik durum” kişilerin içsel yaşantılarının dışavurumunu sağlamada vazgeçilmez bir işlev taşır. Oyunların devinimini oluşturmada tek araç diyalogdur. Anday tiyatrosunun özgün dokusu, dramatik durum içinde kıstırılmış oyun kişilerinin, kendi içsel yaşantıları bağlamında kotardıkları "oyun"ların diyalog düzeni içinde dile gelmesiyle ortaya çıkar. Kişilerin oynadığı oyunlar, yapıtta yansıyan “dramatik durum” un özelliklerine göre belirlenir.

Anday'ın tüm oyunlarında “dramatik durum” u oluşturan iki temel etken “zaman” ve “uzam” dır .. Her oyun özgül bir zaman ve uzam dinamiği üstüne kurulur.

Anday'ın ilk oyunu “Yılanlar” ve son oyunu “Ölümsüzler” öteki oyunlara oranla dış çatışmaların daha çok yer aldığı, daha renkli bir tiyatro anlatımıyla biçimlendirilmiş ürünlerdir. Bu oyunlarda iç devinim sahne olayının tanımını belirlemez. İç devinim yalnızca baş kişilerin içsel yaşantılarının dışavurumuyla oluşur.

“Yılanlar” ın baş kişisi uşak Haydar'ın bir yanlışlık sonucu kendisini efendisinin yerine miting kürsüsüne çıkmış bulduğunda, yapabileceği tek şey “oyun” kotarmaktır: Efendisinin kimliğine bürünüp söylev çekmek. Anday, yapıtını mitingde olan bitenden çok, Haydar'ın rolünü oynarken geçirdiği değişim üstünde yoğunlaştırır. “Miting olayı” bağlamında içine kıstırıldığı zaman ve uzamda oynadığı rol Haydar'ı bir bilinçlenme aşamasına getirmiştir. Anday, oyun kişisinin, rol oynama süreci içinde oluşan içsel yaşantısının anlatımı “dolantı” nın önüne geçirip, “söz” e dayalı bir iç devinim oluşturarak klasik “yanlışlıklar komedyası” anlayışının ötesine uzanmıştır.

"Ölümsüzler" de ise iki bin yıl önce kurban gittiği cinayet sonucunda “ölümsüzleşen” Jül Sezar karşımıza çarpıcı bir dramatik durum içinde çıkar. İki bin yıl boyunca, “duran zaman” da yaşayan Sezar “akan zaman” a geçmiş, ikibin yıl önce Roma'da biten öyküsü günümüz Paris'inde yeniden başlamıştır.

Jül Sezar, tıpkı Haydar gibi, dramatik durumun onu içine tutsak ettiği “oyun” un bir parçası olur. Bu “oyun” içinde Sezar kendi gerçek kimliğini dile getirmekte ama herkes onu deli sanmaktadır. Sezar, oynadığı “oyun” içinde adım adım, “geçmiş yaşantı” yla kısıtlanmış bir “ölümsüzlüğün” ne denli anlamsız olduğunun bilincine varır. Çünkü kendi kimliğine ve yaratmış olduğu tarihe ilişkin yanlış bilgileri düzeltmesine izin verilmemektedir. Karmaşık bir içsel yaşantı süreci içinde, iki bin yıl ötesinden kendine ve Roma'ya eleştirel gözle bakma olanağına kavuşan Sezar yeni bir bilinç aşamasına ulaşır.

Tıpkı efendisini ve eski yaşamını terk eden Haydar gibi, Sezar da oynadığı
oyun dışına çıkar; “akan zaman” dan “duran zaman” a, Paris'ten Roma'ya geçer. Bir kez daha “ölmek” zorundadır. "Olümsüzlük" yararsız bir yalandır. Tarih bilimi ise gerçeklerin yanına bile yaklaşamamaktadır.

Her iki oyunda da görüldüğü gibi, “dramatik durum”u belirleyen “zaman” ve “uzam” olguları “sürekli olmayan”, geçici “ara zaman” ve "ara uzam"lar özelliği taşır. Oyun kişilerinin diyalogları yoluyla oluşan ve içsel yaşantının dışavurumundan kaynaklanan iç devinim baş oyun kişilerinin bu ara zaman ve ara uzamlarda geçici bir süre için tutsak kalmalarıyla ve bu süre içinde kimseyle "iletişim" kuramayarak yalnızlaşmalarıyla oluşur.

İletişimsizlik, Anday'ın "uyumsuz tiyatro" anlayışı içinde değerlendirilen dört soyut oyununda da söz konusudur. Ancak, bu oyunlarda, içsel yaşantının diyaloglar yoluyla oluşturduğu iç devinim daha çok sayıda oyun kişisinin amı anda dile gelen yaşantılarının bütününden oluşur. Dış çatışmanın uzun boylu etkin olmadığı bu oyunlarda sahne olayının tartımını da iç devinim belirler.

Anday, dört soyut oyununda, “Yılanlar” ve “Ölümsüzler” in tersine, pek de vurucu olmayan “dramatik durum” lardan yola çıkar. “Yarın Başka Koruda” nın “ara uzam” ı çeşitli konukların geçici olarak bir araya geldikleri bir pansiyon, “ara uzam” ı da bu pansiyonda geçirilen bir gündür.

“Dikkat Köpek Var” oyunu bahçe kapısından içine girilmesi köpek tarafından engellenen bir köşkün kızına aşık olan bir delikanlının “ara uzam” niteliğindeki kapı önünde geçirdiği yarım saatlik “ara zaman”da oluşur.

“Ölüler Konuşmak İsterler” in “ara uzam” ı bir vapur, “ara zaman”ı da kısa yolculuk süresidir.

“Müfettişler” de ise satılması düşünülen eski ev “ara uzam”, evi satma süreci de “ara zaman” dır.

Bu dört oyunda oyun kişileri sıra, zaman gözetmeden kendi bireysel “oyun” larını sergilerler. Bireysel oyunların iç içe eklenmesiyle sahnede bir “içsel yaşantılar karmaşası” biçimlenir. Bu oyunların iç devinimini belirleyen, çeşitli içsel yaşantıların dile geldiği “çoksesli” diyalog düzenidir.

Çoksesli diyalog düzeninin temel özelliği, kişilerin karşılıklı konuşma görüntüsü içinde tek başlarına konuşmalarıdır. Çehov' dan bu yana tiyatroda sık görülen bu özellik, Anday'ın dört soyut oyununda, dizgesel bir işlemle değerlendirilmiştir. Bu işlem sonucunda kişilerin kotardıkları “oyun”larda karşıtlık, koşutluk ve bakışımlılık özellikleri görülür. Böylece tek başlarına devinimsel özellik taşımayan bireysel “oyunlar” , düzenli bir ilişkiler bağlantısı içinde, insan yaşamının tüm cephelerini kapsayan ortak bir iç devinim oluşturur.

“Yarın Başka Koruda” oyununda temel devinim “geçmişi anımsamaya çalışan” Kadın'la / ancak “geleceği anımsayabilen” Kocası arasında karşıtlıkta oluşur. Orta yaşı simgeleyen bu uzlaşmaz ikilinin bir yanında "geçmişte çakılıp kalmış" bir kadınla erkek, öte yanında da ilişkileri yeni başladığı için geleceğe uzanan Genç Kız ve Delikanlı yer alır. Her ikilinin “oyun” u farklıdır. Bu “özel” oyunları çerçeveleyen toplumsal ve evrensel belirleyicilik ise, pansiyona kaçak bir katili aramak için gelen Orman Bekçisi'yle, üst katta ölmek üzere olan yaşlı arkadaşına baktığı için aşağıya arada bir inen Madam Rosa'nın kotardığı “oyun” lar yoluyla yansır.

"Müfettişler" de başarısızlıklarla bezenmiş bir toplumsal yaşamla acılarla örülmüş bir özel yaşamın son aşamasında, esenliğe eski evlerini bırakıp uzaklarda deniz kıyısında bir eve taşınmakla kavuşabilecekleri aldanışına sığınan bir karıkocanın oynadıkları “umut oyunu” izlenir. Bu “oyun” Adam'ın geçmiş toplumsal ve özel yaşamındaki tüm iç hesaplaşmalarının birbirine girmesiyle oluşur. Evi satın almak isteyen Müşteri ile Tellal ise Adam'ın tüm yaşamını birer işkenceci yaklaşımıyla sorguladıkları bir “hesap sorma oyunu” ile Adam'ın içsel yaşantısını grotesk bir söyleme dönüştürürler.

Aynı grotesk yaklaşım “Dikkat Köpek Var” oyununda da içsel yaşantının dışavurumunu sağlayan. Köşkün kapısından “oynayan”, Doktor, insanoğlunu yaşamı boyunca kısıtlayan toplumsal ve özel tüm yasakların simgesidir. Kız'ın Annesi karşı konulmaz yasakların “kurbanı” rolünü, Kız'ın Babası da “yasaklar düzeniyle uyuşma” oyununu oynar. Bu “oyun” ların hiçbirine akıl erdiremeyen Delikanlı çok yalın bir eylemle “oyun” ları bozar. Kapıdaki “Dikkat Köpek Var” levhasını tersine çevirerek...

"Ölüler Konuşmak İsterler" de vapur yolcularını bilinen toplumsal “tip”ler oluşturur. Bu tiplerin kısacık yolculuk süresi içinde oluşan birliktelikleri boyunca sürdürdükleri bireysel "oyun"lar diyalog yoluyla iç içe kurgulandığı için her birinin iç yaşantısı diğerinin iç yaşantısıyla çelişerek topluca oluşan bir iç devinimin belirleyicisi olur. Bu devinimin temelinde uzlaşmaz bir düşünce/tavır kargaşası yatmaktadır. Bu nedenle de vapurun (toplumun) yolcularıyla birlikte yavaş yavaş batması okuru hiç de şaşırtmaz.

Anday tiyatrosunun iç devinimini belirleyen en vurucu “oyun”lar “İçerdekiler” ve “Mikado'nun Çöpleri” oyunları içinde yer alır. Yalnızca iki kişinin söyleşimlerinden oluşan bu yapıtlarda temel eylem söz düellosudur. Bu nedenle de yapıtlar sahneye çıkarıldığında oyunculuktaki tartım yalnızca iç devinimle belirlenir. Başarılı sahne çalışmalarında bu iki oyunun iç devinimden kaynaklanan müthiş bir gerilim oluşturduğu görülmüştür.

“İçerdekiler” in “dramatik durum” unu oluşturan “ara zaman”, “zaman baskısı” biçiminde gerçekleşir. İlk bölümde, amirinden gelen zaman baskısı içinde, bir türlü “itirafa yönlendiremediği Tutuklu” yu konuşturmak zorunda olan Komiser sonuç almak için tutukluyu bir “oyun”la karşı karşıya bırakır… O gün tutukluyu görmeye gelecek olan karısıyla birlikte olmasına izin verecektir.

Aslında kendisi de bir "oyun"la karşı karşıyadır: Ondan suçlu olup olmadığını bilmediği bir tutukluyu konuşturması istenmektedir. Komiser ilk bölümde Tutuklu karşısında, yeni kurduğu "oyun"u sahnelemeye çalışırken içsel yaşantısından bir dolu ayrıntıyı da dışavurur. "Oyun"a karşı durmaya çabalayan Tutuklu ise direnişinin son noktasında olduğu için içsel yaşantısını Komiser'le paylaşmadan edemez. Ancak, "iletişim"i andıran bir sözsel eylem içinde gerçekte bürokrasinin sıradan insanının mantığıyla aydın kişi mantığı çatışmaktadır.


"Mikado'nun Çöpleri" Anday'ın sahnede diyalog kurgusu yoluyla iç devinim oluşturmada en soluklu başarısıdır. Oyunun yalnızca iki kişisi vardır. Tüm oyun bir solukta oynanır. "Ara uzam" gece yarısı kucağında çocukla sokakta kalmış Kadın'a yardım eden Erkek'in odası, "ara zaman" Kadın'ın o odada geçireceği gecedir. Kadın ve Erkek zorunlu bir birliktelik içindedirler. Oyun karşılıklı olarak kotardıkları "oyun"larla biçimlenir.
Oyunun iç devinimi ve tartımı üç aşamada oluşur. İlk aşamada zaman akmaktadır; birbirine yabancı olan Kadınla Erkek, kendilerine yakıştırdıkları kimliği karşılarındakine benimsetme "oyun"u oynarlar. İkisi de gerçekte tek başlarına konuşmaktadırlar. İletişim kurulamaz. Her iki oyun kişisi için de doyumsuzluk söz konusudur. İkinci aşama kişilerin "askıya alınmış zaman"a geçmeleriyle başlar. İçerler ve sarhoş olurlar. Zaman durmuştur.

Bir çeşit yarı düş içinde yaşanan bu aşamada Kadın ve Erkek, 'sevişme' ve 'konuşma' seçeneklerinden 'konuşma' eylemini yeğleyerek sırayla "anlatma oyunu" oynarlar. İki ayrı İçsel yaşantının iç içe kurgulandığı bu süreç içinde yer alan diyaloglar uyumsal ve ezgisel nitelikler taşıyan bir tartım oluşturur. İç hesaplaşma ile savunmanın içiçe yer aldığı bu aşamada kişiler artık tek başlarına değil karşılıklı konuşmaktadırlar. Birbirlerini tanımaya başlamışlardır. Oynadıkları
Mikado Oyunu bu süreci üçüncü aşamaya taşır. Sabah olmuş, askıya alınan zaman bir kez daha akmaya başlamıştır. Sarhoşluktan sıyrılan Kadın ve Erkek oyun boyunca kotardıkları “oyun” ları bir yana bırakırlar. İletişim gerçekleşmiş ve onları doyuma ulaştırmıştır. İlk baştaki "sevişme" seçeneği ise "İçerdekiler" de olduğu gibi, unutulup gitmiştir. Kadın ve Erkek yaşam karşısında dirençlidirler artık. İçsel yaşantının son aşamadaki dışavurumu bir önceki aşamadaki gerilimli tartımı şiirsel bir andante'ye ulaştırır ...

Anday tiyatrosu, tartışılan örneklerde görüldüğü gibi, insanı, kısıtlayıcı toplumsal ve evrensel koşulları içinde, “Bu dünyada ben de varım” diyebilmek için sürekli olarak “oyun” kotaran, içsel yaşantısını “oyun” yoluyla dışavuran bir varlık olarak değerlendirir. Yaşamın ve toplumun karmaşık mekanizmaları karşısında trajikomik bir savunmadır bu. “Oynamadan” yaşayabilmenin tek koşulu sürekli olarak iletişim kurabilmektir belki de. Ancak, böyle bir mucizenin yaşamı bütünüyle sarıp sarmalaması beklenemez.

Anday bir diyalog kurma, diyalog kurgulama ustasıdır. Ürettiği her diyalog birimi -oyun içinde taşıdığı başka işlevler yanında oyun kişisinin içsel yaşantısına ışık tutacak biçimde düzenlenmiştir. İçsel yaşantının dışavurumuyla oluşan iç devinim, müzik besteleme eylemini çağrıştıran bir duyarlılıkla tartımlanmıştır. Ozan Anday' ın tiyatro yazarı Anday' a büyük katkısı...

Ayşegül Yüksel
Cumhuriyet Kitap - 28 Eylül 1995

Hiç yorum yok: