
Çev: Nuran Akgören
Aramızdaki gerçek martı Livingston’ lara...
Sabahın ilk saatleriydi. Güneşin altın sarısı ışıkları durgun denizin suları üzerinde parıdıyordu.
Kıyıdan bir mil uzakta, küçük bir balıkçı teknesi, sakin suları hafifçe yararak ilerliyordu. Teknenin sularda yankılanan sesi, martılar için «kahvaltı» çağrısıydı. İşte o an, binlerce martı, çığhk çığlığa havalandılar hızla. Yeni bir gün başlıyordu, uğraş dolu bir gün ..
Taa ötelerde, kıyının ve balıkçı teknesinin çok uzağında, Martı Jonathan Livingston, bir başına uçuş denemeleri yapmaktaydı. Deniz yüzeyinden otuz metre yüksekte ayaklarını alçaltarak gagasını göğe kaldırdı; kaslarına acı veren ters bir kavis çizebilmek için kanatlarını gerdi. Bunu başarabilirse, eskisinden çok daha yavaş uçabilecekti. İşte şimdi, rüzgâr, bir fısıltı gibi yalıyordu yüzünü; altındaki mavi deniz duruncaya değin yavaşladı. Bütün dikkatini toplayarak gözlerini kıstı, soluğu daralmıştı, zorlandı... bir... tek… biraz daha... iki üç santim... o anda, hafifçe rüzgârlanan kanat tüyleri birbirine karıştı, durdu... ve düştü ...
Bilirsiniz ki, martılar hiç bir zaman sendelemez ve öyle düşüvermezler. Havada denge yitirip düşüvermek onlar için bir utanç, bir yüzkarasıdır.
Ama Martı Jonathan Livingston utanmadı bundan; o ters kavsini bir kez daha çizebilmek için kanatlarını gerdi ve yavaşladı. "Sıradan bir martı olmadığını gösterdi böylece.
Martıların çoğu, karınlarını doyurmak için gerekli olandan fazlasını ödemeye çabalamazlar. Uçuşun tek anlamı vardır onlar için: Yiyeceğe ulaşıp kıyıya dönmek onların amacı uçuş değil, karın doyurmaktır. Ama Martı Jonathan Livingston için önemli olan yemek değil, uçmaktı. O, her şeyin ötesinde uçmaya gönül vermişti.