RSS

18 Ocak 2025 Cumartesi

RAINER MARIA RILKE

 ÖNDUYU

Ben uzaklarla çevrili bir bayrak gibiyim.
Sezerim gelen yelleri, yaşamam gerek onları benim
daha nesneler kımıldamazken aşağılarda:
kapılar usul kapanır daha, bacalarda sessizlik;
titremez daha pencereler. toz ağır daha.


Derken tanırım fırtınalan, deniz gibi çalkanırım.
Ve yayarım kendimi ve düşerim içime tâ
ve fırlatırım kendimi ve yapyalnız kalırım
büyük fırtınada.

A. Turan Oflazoğlu



15 Ocak 2025 Çarşamba

RAINER MARIA RILKE

 AĞLAYIŞ

Nasıl uzaklarda her şey
ve geçip gitmiş!
Bana öyle gelir ki, o
aydınlığını aldığım yıldız
ölü binlerce yıldır.
Bana öyle gelir ki, şu
geçip giden kayıkta
korkunç bir şey dendiğini duydum.
Evde bir saat
vurdu ...
Hangi evde? ..
Yüreğimden çıkıp gitmek isterim
büyük göğün altında.
Dua etmek isterim.
Bütün yıldızlardan biri
gerçekten var olsa gerek daha.
Bana öyle gelir ki, bileceğim
ancak hangisi
devam etmekte,
hangisi beyaz bir şehir gibi
durur ışınların ucunda gökte ...

Çev:A.Turan Oflazoğlu

 


HATIRLAMA

Ve beklersin; bekler durursun
hayatını sonsuzca büyütecek olanı;
güçlüyü, olağanüstüyü.
taşların uyanmasını.
sana dönük derinlikleri


Belli belirsiz görünmektedir
yaldızlı, koyu renk ciltler kitaplıktan;
gezilmiş ülkelerdir düşündüğün bir bir
resimlerdir, tekrar kaybolan
kadınların giysileridir.


Ve tanırsın birdenbire: Buydu işte.
Doğrulursun, ve durur karşında senin
kaygısı ve şekli ve duası
geçmiş bir senenin.


Çev:A.Turan Oflazoğlu

RAINER MARIA RILKE

 HAYATIMI GENİŞLEYEN

 
Hayatımı genişleyen halkalar içre yaşarım ben,
nesneler üzre açılan birim birim.
Sonuncuyu, belki, başarmak gelmez elimden;
fakat denemek isterim.


Dönerim çevresinde Tanrının, o eski kulenin gece gündüz
dönerim binlerce senedir;
doğan mıyım ben, fırtına mı, bilmem henüz,
yoksa bir büyük şarkı mıyım nedir.

Çev:A.Turan Oflazoğlu

 

 


5 Ocak 2025 Pazar

RAINER MARIA RILKE

 «Taşta bir görüntü uyuklar, görüntülerimin görüntüsü.»
                                                                     Nietzsche


YAŞAM ÖYKÜSÜ

Rilke, Moskova'da tanıdığı bir köylüden söz eder Düşler Kitabı'nda: Adamcağız yıldızların, Tanrının ve meleklerin gözleri olduğuna inanırmış. Kentliler bu köylünün inancını hiç bir düşünceyle, hiç bir usavurmayla çelememişler; ancak konuşa konuşa, inancını inanç olmaktan çıkarmışlar sonunda. «İyi etmişler» diyor Rilke, «çünkü insanların gözleridir yıldızlar, onlar insanların gözkapaklarından doğarak parlaklaşır ve yeniden kazanırlar güçlerini.» Ağırlık, Tanrıdan insana aktarılmaktadır. Tanrı insanı değil de, insan Tanrıyı yarattığı zaman, onu görkemli, ulu bir yapı gibi kurabildiği ölçüde büyüyüp güçlenecek, gerçek boyutlarını bulacaktır.



« Üç kuşak vardır daima. Birinci, Tanrıyı bulur; ikinci, Tanrının üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zincire vurur; yoksul düşen üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır Tanrının evinden. Derken, Tanrıyı yeniden araması gereken gelir.» diyen Rilke, kuşkusuz, birinci kuşaktan saymakta kendini.
Bir çeşit dualar kitabı olan Saatlar Kitabı, hele oradaki Komşu Tanrı, İşçileriz Biz gibi şiirler ve ozanın ömürlük çabası göz önüne alınırsa, ona biz de aynı gözle bakabiliriz. Rilke için «Tanrı arayıcısı» diyenler, bu bakımdan, haklıdırlar. Ancak, onu yeni bir dinin kurucusu saymak, bir peygamber ya da ermiş olarak görmek de doğru olmaz. Sanatını nerdeyse din haline getirmiş, adeta peygamberce sözler söylemiştir, evet; ama her şeyden önce ozandır o… Sözün tam anlamıyla ozan. Salt ozan olmak istediği, şiiriyle varlığın tümünü kucaklamaya çalıştığı, daha azına razı olmadığı için, ister istemez peygamberce, ya da ermiş edasıyla göründüğü olmuş, sözleri kutsal kitaplardaki sözleri andırmıştır. Ama peygamberlerle ermişler de sık sık ozanca konuşmuşlardır. Belki de, bütüne tutkuyla yönelmenin kaçınılmaz sonucu oluyor bu.



Rilke'nin başlattığı ozanca tavır, sanırım, çağdaşları kadar, hatta onlardan da çok, bizim için gerekli. Çağımızda yaşayış baş döndürücü bir hızla makinalaşmakta. Pek çok sorunlarımızı çözerek doğayı geniş çapta denetim altına almamızı sağlayan, böylece yaşayışımızı kolaylaştıran, ama bu arada bütün varlığımıza egemen olan “makine”, gittikçe kendine benzeterek araç durumuna indirmekte bizi; kendisiyse amaç durumuna yükselmekte. Korkarım pek yakın bir gelecekte sormamız gerekecek: «Yaşayan biz miyiz, yoksa o mu?" İnsan bu sultadan kurtulabilmek için, varlığın türlü kesimlerinde unuttuğu güçlerini toplayarak bir üstbilince uyanmak zorunda kalabilir. Öylesi bir üstbilincin ve ona uygun duyarlığın oluşturulmasında en önemli etkenlerden biri (belki de en önemlisi, en vazgeçilmezi) olan şiirin, insan yaşayışındaki eski yerini alması gerekmez mi? Gerçi bugün de şiir yazılıyor, eskisinden daha çok yazıldığı da söylenebilir. Ancak, biraz yakından bakıldığında, görülür ki, bunların büyük çoğunluğu, birkaç bilimadamının, filozofun dümen suyunda, onların görüşlerini kanıtlamak için üretilmiş, şiir dışı çabalardır. Ozan, bilimin verilerine, felsefenin başarılarına sırt çevirmelidir demiyorum. Tersine, onlarla yakından ilgilenmeli, ama onların kendisi için ancak araç ve gereç olabileceğini hiçbir zaman unutmamalı. Çünkü ilk görendir o, ta başta öyleydi; bugün de öyle olmak zorunda. Bilginlere, filozoflara düşense, ozanın bilinmeyenden, varlığın «süresiz derinliklerinden» uyandırıp kurtardığı görüntüyü, o görüntüde saklı güçleri (daha çağdaş bir deyişle, ruhsal nükleer enerjiyi) kavramlar diline aktararak ortak bilince mal etmektir.

 

 

II


Rainer Maria Rilke, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Prague'da, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğuyor. O zamanlar daha Avusturya'nın egemenliği altında olan bu kentte Almanlar azınlıktadırlar. Rilke'deki yalnızlık duygusunu ve erken gelişen dil bilincini buna bağlayanlar vardır. Bu görüş, ancak belli bir ölçüde haklı olabilir; çünkü, yaradılış bakımından dışa dönük bir başkası, aynı koşullar altında, bambaşka bir yönde gelişebilir, ne bileyim, içe kapalı, ince sezişlerin ozanı olacağına, dış dünyayı buyruk altına almaya çalışan bir, zorba olabilir.


Ozanın babası Josef Rilke, Avusturya ordusunda subay olmak istemiş, ama askerlik mesleğinde pek yükselemeden ayrılmak zorunda kalmış, demiryollarında müfettiş olarak çalışmıştır. Orta halli yaşamayı yadırgamayan, azla yetinmeyi bilen bu babaya karşılık, annesi Sophia (Phia) Rilke, ölçüsüz tutkuların, aşırı özlemlerin kadınıdır. Oğlunun subay olmasını, kendi büyüklük ve soyluluk düşlerini onun gerçekleştirmesini ister. Oysa, yedi aylık doğan bu narin yapılı çocuğu, altı yaşına dek bir kız gibi büyütmüş, kız giysilerine bürümüştür. İlk çocuğu kızmış ve pek küçükken ölmüş de ondan. Bu yüzden, ikinci çocuğunun oğlan olarak doğmasına bir türlü alışamaz.


Sık sık bir oyun oynarlar aralarında, annenin sahnelediği bir oyun: Anne odasında oturmaktadır. Derken kapı vurulur. Anne sorar: «Kim o?» Oğul dışardan seslenir: «Ben, Sophie» (annenin kendi adı). - Rilke daha sonra şöyle demiştir: «Ben sevemem, annemi sevmem de ondan.» Sevemeyeceğini söyleyen bu adam, sevmeyi pek yüceltmiştir oysa, sevilmeyi gereksiz görecek, yadsıyacak kadar. Bu duygu, sanırım, Tanrı anlayışını da büyük ölçüde etkilemiştir. Öyle ya, Tanrıya ne denli yaklaşırsanız yaklaşın, hiç bir zaman varamazsınız ona, onunla birleşemezsiniz; ama ona erişmeye çalışırken kendinizi büyütüp geliştirebilirsiniz. Oysa sevgi karşılık gördüğünde, seven için yolculuk bitmiş, durgunluk ve suskunluk başlamıştır.


Ozan, ailesinin zoruyla girdiği askeri okuldan ayrılıyor.


Saray noteri olan amcasının mesleğini sürdürsün diye, hukukçu olmasını istiyorlar. Bu da sonuç vermiyor. Bu arada durmadan şiirler, öyküler, oyunlar yazıyor. İlk şiirlerinin çoğunu sonradan yadsıyacaktır. Derken Münih'e gidiyor ve Lou Andreas Salome'yi tanıyor ki, hayatının dönüm noktasıdır bu. Rilke'den ondört yaş büyük olan bu son derece ilginç kadın, daha önce Nietzsche'yi tanımış, onu öylesine büyülemiş ki, filozof, kendisinden hayli genç olan bu kadına, bir arkadaşının aracılığıyla evlenme teklif etmiş ve cevabı beklemek üzere bir başka kente gitmiş, daha doğrusu, kaçmıştır. Aldığı cevapsa, olumsuz tabii. Lau Salome çok sonra, yaşı elliyi bulduğu sıralarda, Freud'la tanışıyor, onu da öyle bir hale getiriyor ki, Freud, verdiği konferanslara onun da gelmesini tutkuyla istemeye başlıyor. Bir konferansına gelemeyen, ya da mahsus gelmeyen Lou'ya yazdığı bir mektupta bakın ne diyor ünlü ruh bilgini: «Dinleyiciler arasında belli bir kimseye seslenmek gibi kötü bir alışkanlık edindim; dün de, senin için ayrılan boş koltuğa, büyülenmiş gibi baktım durdum.»



(Freud, altmışın üstünde bunları yazdığında.) Lou Salome'nin başlıca silahı, güzelliği değil, hayır. Düşüncelere karşı pek yüksek bir duyarlığı var. Yaratıcı erkeklerle karşılaştığında, onların ruh yapılarını bütün özellikleriyle kavrayıveriyor; yaratıcı güçlerini kımıldatıp devindirerek gelişmelerine yol açıyor. Yaratıcı erkek kişiliklerine ustaca biçim veren bir (Jung'un deyimiyle) anima bu kadın. Onu bir kez tanıyan, ondan etkilenen büyük adamlar, o ayrıldıktan sonra, özlemle, tutkuyla arıyorlar kendisini. Çünkü Lou, ilgi duyduğu bir erkeğin güçlerini iyice uyandırıp seferber ettikten, onu yörüngesine yerleştirdikten sonra, hemen çekiliyor, çekilebiliyor; hiç bir erkeğe tam vermiyor kendini, ya da isterseniz, veremiyor diyelim. Durum ikinciyse, yetersizliğini olağanüstü, yaman bir araç olarak kullanabiliyor demektir. Rilke'nin mektuplarını okurken bir şey dikkatimi çekti: en güzel, en özenilmiş mektuplar, ona yazılmış olanlardı.- Tanışıp sevişiyorlar, derken ayrılma zamanı geldiğine karar veriyor Lou. «Sana ancak çok gerektiğim zaman, en kötü saatında, arayacaksın beni» deyip gidiyor.
Ona birkaç yıl sonra şöyle yazıyor Rilke: «O zaman da hissetmiştim, bugün de biliyorum ki, seni kuşatan o sonsuz gerçek, o son derece iyi, büyük ve üretici dönemin en önemli olayıydı. Beni yüz yerimden aynı anda kavrayan o değiştirici yaşantı, senin varlığının büyük gerçeğinden doğuyordu. Daha önce, o aranan duraksamalarım sırasında, hiç o kadar duymamıştım hayatı, o kadar inanmamıştım şimdiye, geleceği o kadar tanımamıştım. Sen bütün kuşkuların tam karşıtıydın; dokunduğun, uzandığın ve gördüğün her şeyin var olduğuna tanıklık edendin. Dünya bulutlu görünüşünden sıyrıldı, zavallı ilk şiirlerimin belirli özelliği olan .o birlikte akış ve çözülüşten kurtuldum; nesneler doğdular, hayvanları ve çiçekleri birbirinden ayırdetmeyi öğrendim; yavaş yavaş ve güçlükle öğrendim her şeyin ne denli yalın olduğunu; ve olgunlaştım, yalın şeyler söylemeyi öğrendim. Bütün bunlar, kendimi şekilsizlik içinde yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğum bir sırada seni tanımak mutluluğuna erdiğim için oldu.»


"Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci."


Lou ile birlikte Rusya'ya gidiyorlar. Saatlar Kitabı'nın yazılmasında bu yolculuğun ve kuşkusuz, Lou'nun büyük etkisi oluyor. Derken, Rodin'nin öğrencisi, heykeltraş Clara Westhoff'la evleniyor. Birlikte yaşayışları pek kısa sürüyor. Birbirlerinden ayrı yaşıyorlar, ama nedense, ömrünün sonuna dek karısından boşanmaya razı olmuyor (belki de kızı Ruth'u düşündüğünden). Ozanımızın evlilik konusunda görüşüdür: «Bu yalnızlığın kapıları önünde ben de sessiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin en yüksek amacı sayıyorum. Çünkü ancak, derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler gerçek birleşmelerdir.»


Sonra Paris, Paris müzelerindeki sanat eserleri, özellikle Cezanne, bir de Rodin, Rilke'yi derinden derine etkiliyor. Yaşantıya bir Cezanne resmi, ya da bir Rodin heykeli gibi biçim vermeyi, sözlerle adeta şiirler resmetmeyi, şiirler yontmayı onlardan öğreniyor. Bu anlayışla yazdıklarını Yeni Şiirler başlığı altında yayınlıyor. Yine Paris'te Andre Gide'le, Paul Valery ile tanışıyor. Gide, Malte Laurids Brigge'nin Notları'nı okuduktan sonra «İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız bütün varlığıma el koydu. Sizi daha iyi tanımamı sağladığı için ona öyle borçluyum ki; sizi daha iyi tanımak daha çok sevmek demek de ondan.» diye yazıyor Rilke'ye.



Valery ise, «Bugüne dek tanıdığım olağanüstü kişiler arasında, en büyüleyici olanlardan biri ve en esrarlı olanı Rilke'ydi. 'Büyü' sözünün herhangi bir anlamı varsa, diyebilirim ki, onun sesi, bakışı, davranışları, onunla ilgili her şey, büyülü bir varlık izlenimi bırakıyordu kişide» diye söz ediyor ondan. «Militan yalnızlığım» dediği yalnızlığını her yere götürüyor çünkü, bu yalnızlık onun için artık vazgeçilmez bir varoluş koşulu olmuştur, artık onunla ve onda barınmaktadır.



Ancak, yorgun düştüğü, yükünü taşımakta güçlük çektiği ve umutsuzluğa kapı1dığı bir sırada, bir mektup aralıyor bu yalnızlığı. Kendisinin sonradan Benvenuta diye adlandırdığı, Magda von Hattinberg adında genç bir piyanistten geliyor mektup, kadın diyor ki: «Tanrının Öyküleri adlı kitabınızı daha yeni okudum, yazarına teşekkür etmek gereğini duydum; yeryüzünde hiç kimse benim kadar sevemez o kitabı.» Ve umutlarla bekliyor ozan. Kadına pek tutkulu mektuplar yazıyor. Derken buluşuyorlar. Ozan bu kadınla bir süre mutlu oluyor; hep kendisiyle kalmasını isteyince, kadın duraksıyor; çünkü, birlikte oldukları zaman, Rilke'nin yalnız kendisiyle ilgilendiğini, bu yüzden çalışamaz duruma geldiğini görüyor. Birlikte yaşadıkları sırada yazılan şiirleri, Rilke'den başkası yazmış gibi yadırgıyor kadın; onun yine yalnızlığına dönmesi gerektiğine karar veriyor. Ancak arasıra ve kısa bir süre için gevşeyen, hemen ardından daha da yoğunlaşan iç gerilimini kentten kente, ülkeden ülkeye taşıyarak sonuna dek dayanacaktır.


Birinci Dünya Savaşı patladığında Münih'tedir Rilke.

Bir ara askere de alınıyor. Dostlarının yardımıyla bu görevden bağışlanıyor. Savaş yılları allak bullak ediyor ozanı. Paris'teki evinde bulunan kitaplarıyla ufak tefek eşyasına Fransız hükümetince el konuyor. Ancak, ünlü Fransız yazarları, Rilke gibi bir ozana, Alman da olsa, böyle davranmanın yakışık almayacağını düşünecek kadar ince bir soyluluk örneği veriyorlar, ozanın eşyalarından, hiç değilse bir kısmını kurtarıyorlar. Zaten savaş boyunca, Rilke'nin şiirleri elden ele dolaşmıştır Fransa'da.
Uzun bir susuştan sonra, birçoklarınca yüzyılımızın en önemli şiirleri sayılan Duino Ağıtları'nı bitiriyor. İnsan varlığının sınırlı ve eksikliklerle yüklü olmasından duyulan derin bir umutsuzluk dile gelir bu şiirlerde; ve bu umutsuzluğun doğurduğu yeni bir melekten söz edilir. Büyük tragedyalara vergi bir özle dolu olan bu şiirlerin hemen ardından, onbeş gün gibi kısa bir sürede, elli beş şiirlik Orpheus'a Soneler'i yazıyor. Bunlar, tragedyanın gerilimli durumunu sürekli yaşayan ve sonunda başarıyla bu durumun üstüne yükselen bir ozanın, şiirle musikinin piri sayılan Orpheus'a sunduğu övgüler, türkülerdir.
Bir gün, bir dostunun şatosu olan Muzot'da kalırken, Madame Eloui Beyadında (belki de Türk asıllı, ya da bir Türkle evlenmiş) güzel bir Mısır'lı kadın geliyor ozanı görmeye, şiirlerine tutkun bir kadın. Rilke seviniyor, ona gül toplamak için şatonun bahçesine geçiyor. Eline diken batıyor gül koparırken. Ağrı artınca, hekime görünüyor. İlerlemiş durumda kan kanseri olduğu anlaşılıyor. İki ay sonra da ölüyor.
Mezartaşına, kendisinin özellikle hazırladığı şu mısralar yazılıyor:

"Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci."
 


Rilke'nin yaşama biçimi, şiiri kadar önemlidir, Bu, her şeyden önce, bütün yaşayışı şiire adamadır; ozanca yaşama, ozanca varolmadır. Genç Bir Ozana Mektuplar'daki gence sormasını öğütlediği "Şiir yazmadan yaşayabilir miyim?» sorusunu çok önceden kendine sormuş. «Hayır» cevabını verdikten sonra, hep şiiri için yaşamıştır Rilke. Hep şiir için yaşamaksa, hayatla sanat arasında zaman zaman seçim yapmak zorunda kalmaktır, tragedyanın ikilemiyle karşı karşıya olmaktır. İlk gençlik coşkusu dindikten sonra, geçim zorluklarıyla ve günlük yaşayışın öbür sorunlarıyla çepçevre kuşatıldığında da ozan olarak kalabilen, ozanlığın yüksek bedelini her zaman ödemeyi göze alabilen ve ozan olarak ölebilen kaç kişi vardır şiir tarihinde?

Hayat - sanat ikilemi karşısında sanatı seçmek, hayatı yadsımak değildir; kendi yaşayışını sanatı için kullanmak, sanatı için yaşamaktır; bundan amaçsa (Rilke gibi üstün sanatçılarda) insan duyarlığını daha derinleştirip geliştirmek, insanoğlunun görüş alanını genişletmek, bilinç düzeyini yükseltmek, kısacası, insanlığın tam uyanmasını sağlamaya çalışmaktır; sanatı, hayatın hizmetine en etkili biçimde koşmaktır. Ruhsal bunalımlar içinde olduğu bir sıra, dostları psikoterapiyi sağlık veriyorlar Rilke'ye; o da, önce razı oluyor. Ama hekime gidileceği gün vaz geçiyor. Gerekçesi: «Şeytanlarımı kovalıyayım derken, meleklerimi ürkütmekten korktum.» Ve «Karanlık Tanrı»sını aramaya koyuluyor yine, şiiriyle tabii; çünkü biliyor: cinnetine biçim verebilen, ona egemen olur, hatta onu üstün bir amaç için araç olarak da kullanabilir.


Rilke'nin amacı ise, hayatı bütünüyle kavramak; varlığın hiç bir kesimine yabancı kalmamak, en korkunç, en iğrenç hayat durumlarını bile bütün yönleriyle kucaklamak ve türkülemek... Çabasının ne yönde olduğunu daha ilk şiirlerinde belirlemiştir:



"binlerce kök salarak
kavramak hayatı derinden-
ve ortasından geçerek acının
olgunlaşmak hayatın tââ ötesinde,
tâ ötesinde zamanın!"

Hayatın ötesi deyince, ister istemez, ozanın bir başka yerde «Hayatın öbür yüzü» diye adlandırdığı ölüm girer işin içine. Rilke'nin başlıca temalarından biri olan ölüme bakışı da çok değişiktir. Ona göre ölüm, hayatın soyut bir sonucu değil, meyvesidir. Hayatı kuran güçler çözülüp dağılmazlar, tersine, yoğunlaşıp ölümü doğururlar. Sevgilinin Ölümü adlı şiirinde, sevgili ölünce, ölümü «uğurlu kademli yer, her zaman tatlı ülke» olarak benimser seven. Ozanın Tanrı, ölüm, aşk gibi kavramlar üstüne söylediklerini, bir filozofun düşünceleriymiş gibi ele alırsak, onları usavurmayla değerlendirmeye kalkarsak, birtakım çelişkiler buluruz elbette; ama bu, pek bir şey kazandırmaz bize. O düşüncelerin, bir ozanın sözleri olduğunu, onları söylerken de ozanlığını sürdürdüğünü düşünürsek, bunları birer ozanca yaşantı sayarsak, ona yaklaşmamız, şiirine girmemiz daha bir kolaylaşır sanırım. Bir de, Rilke'nin ölüme duyduğu derin ilgiyi, marazi bir eğilim saymak olasılığı var ki, bu da, ozanla aramıza gereksiz bir engel koymak olur ancak; çünkü onun ölüme sevgiyle yaklaşması, yaşama bilincini bilemek içindir. «Sevenlere zarar vermez ölüm; çünkü onlar ölümle doludurlar, hayatla dolu olduklarından.» Öyleyse, ölüm hayatın tersi değil, hayatı tamamlayandır. İkisinin birleşmesini duyarlığında gerçekleştiren ve bu birleşmeye kalıcı biçimler verense, en üstün bilince uyanandır.

 

Rilke'yi, gelmiş geçmiş ozanların en büyüklerinden biri sayanlar, yirminci yüzyılın en önemli ozanı olduğuna inananlar da vardır; «Bireycidir» gibi, pek de açık olmayan bir gerekçeyle dudak bükenler, yadsıyanlar da. Toplumculuktan amaç toplumculuk değilse; toplumculuğun da, insanlığın gelişmesinde baş vurulacak bir yöntem, «günlerin iyiliği için» kullanılacak bir araç olduğu düşünülürse, ondan beklememiz gereken, temel sorunlar karşısında yılmayan, çetin durumlarda ezilmeyen, güçlü, dayanıklı bireyler yetişmesini sağlamak değil midir?


Sonra Rilke'yi mistik bir ozan sayarak ona karşı olumsuz tavır takınanlar da oluyor zaman zaman. Oysa Rilke, alışılmış anlamda mistik değildir pek. Mistiklerin çoğu, denize karışmayı özleyen bir damla gibi ararlar Tanrıyı, bir an önce Tanrıda yitmeye can atarlar. Gerçi bizim mistiklerden Yunus "Bir katreyim illa ki ummana benim umman» derken Rilke'ye yaklaşır, ama o da, «Denizi içine almaya çalışan bir damlayım ben» demiyor, «Bu iş çoktan oldu bitti, daha doğrusu, ta baştan beri böyle, deniz bende, Tanrı bende» demek istiyor; kısacası, yolculuğun kendisinden değil de, yolun sonunda varılacak durumdan söz ediyor. Rilke'deyse, bunun tam tersi görülür. O, Tanrıya komşuluk etme, sonlu varlığını sonsuzla bağlantıya sokarak kendini sürekli aşma çabasındadır; ama hep kendisi kalmak ister o, bireyliğinden vazgeçmez. Bu bireyliğine-bağlılıksa, “Bura”ya, “şimdi”ye bağlılıktır; “Bura” yı, “Öte” nin (varsa) görkemli olanaklarıyla donatmak, “şimdi”yi, yaşanmakta olanı, diri anı, sonrasızlığın odak noktası yapmaktır; insanın ülkesini geliştirip bayındır kılmak, insanın egemenliğini, insanın ilhanlığını kurmaktır.- Kaldı ki, hor gördüğümüz o eski mistiklere de çağdaş verilerle yaklaşmak, onlara yeni bir gözle bakmak, olsa olsa, görüş açımızın genişlemesini sağlar. Günümüzün fizikçileri, evrenin yapısı konusunda, mistik ozanların yüzyıllar önce görüntülerin canlı diliyle sunduklarını, kavramların, formüllerin ölü diliyle doğrulamaktan öte gidemiyorlar.


A. Turan Oflazoğlu

6 Aralık 2020 Pazar

YANNIS RITSOS


YANNIS RITSOS'LA İKİ GÜN DAHA 

Özdemir İnce 




1965 ya da 1966 yıllarından birindeydi, Kemal Özer'den bir mektup aldım. Paris'teydim. Attila Tokatlı ona bir Yunan ozanından söz etmiş, adı Yannis Ritsos'muş. Bu ozanın, Aragon'un yönettiği 'Lettres Françaises' dergisinde birkaç yıl önce uzun bir şiiri yayınlanmış. Şiirin yayınlandığı sayıyı bulup kendisine göndermemi, şiiri çevirtip 'Şiir Sanatı' dergisinde yayınlayacağını yazıyordu.

Bir Fransız arkadaşımla birlikte derginin yönetim yerine gittik. Eski sayı ciltlerini taradık, sözü edilen şiiri bulduk. Ama görevliler o sayıdan ellerinde iki nüsha kaldığını, bu nedenle dergiyi veremeyeceklerini söylüyorlardı. O sıralarda fotokopi işleri bu denli yaygın mıydı? Ansımıyorum. Bu nedenle dergiyi almak için direttik. Sonunda, 'Verilmesine ancak Monsieur Aragon karar verebilir' dediler. Şanslı bir günümmüş anlaşılan, Aragon'un yanında kimse yokmuş, beni kabul etti. Aragon'un odasına girerken heyecandan dizlerim titriyordu. Aragon, bana:

'Bu sayıyı neden bu kadar ısrarla istiyorsunuz delikanlı?' diye sordu.

'İçinde bir şiir var,' dedim, 'bizim dile çevirip bir dergide yayınlayacağız.’

'Hangi şiiri, hangi dilde?'

'Yannis Ritsos'un şiirini, Türkiye'de.'

Aragon'un yüzündeki şaşkın mutluluğu anlatamam. Aragon, beni içeri getiren kişiye:

'O dergiyi bu delikanlıya verin,' dedi, 'en iyi böyle bir işe yarayabilir.'

Yolda şiiri okudum. Şimdiye kadar okuduğum şiirlere benzemiyordu, eski gibiydi ama yepyeniydi, bir şey söylemek istemiyormuş gibiydi, ama çok şey söylüyordu. Dergiyi Kemal'e istemeye istemeye gönderdim. Şiirin çevrilip çevrilmediğini bilmiyorum, ama hiçbir yerde yayınlanmadı.

Ritsos'un başka şiirlerini okuyabilmek için 1969 yılına kadar bekledim. Ama onun şiir evrenine ancak 'Taşlar, yinelemeler, parmaklıklarla girebildim. Böylece, 1971'den itibaren, onun şiirlerini çevirmeyi yaşamımın önemli görevlerinden biri olarak kabul ettim.

Hele yaptığım çevirileri yunanca asıllarıyla karşılaştırıp düzeltmek için benden vaktini esirgemeyen Ioanna Kuçuradi'yi tanıdıktan sonra bu kararım kesin bir süreklilik kazandı. Ritsos'un şiirini, yaşamını, onurlu, yenilmez ve örnek varlığını okurlara ve özellikle benden genç meslektaşlarıma tanıtmak, örnek olarak sunmak başlıca çalışma amaçlarımdan biri durumuna geldi.

Ritsos'la Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar'ın Türkiye'de yayınlanması sırasında mektuplaşmaya başladık. Yazdığı ilk mektubunun tarihi 17 .2.1978. O yılın ağustos ayında Karlova: (Sisam adası) ziyaretine gittim. 79 ve 80 yıllarında ikişer kez Atina'da buluştuk. 



12 ekim 1980 günü, Atina'daki evinden ayrılırken:

'Yazın gelecek misin?'' diye sormuştu.

'Evet, Ülker ve Tan'la birlikte Karlovassi'ye', demiştim.

Sonra, nisan ayı içinde bir gün (1981) İlhan Berk'in Istanbul'daki evinde, da içkinin verdiği cesaretle, gece yarısından sonra saat ikide (0 saatte genellikle çalışır) Atina'ya telefon ettiğimde de aynı şeyi konuşmuştuk. Benim için, kaç yıldır tatil yapmak, dişimden tırnağı arttırıp, Atina ya da Karlovassi'ye gitmekti. Onunla bir kaç cümle konuşma kaç saat yanında bulunmak, düşüncelerini dinlemek benim için vazgeçilmez bir gereksinim olmuştu. Bunun benim için sakıncaları da vardı: böylesine böylesine ozanla dostluk etmek, şiirlerini çevirmek beni onun uydusu durumuna getirebilirdi. Bunu önlemek için büyük çaba harcadığımı itiraf etmeliyim. Bu kuşkumu kendisine açtığım bir gün:

'Dünyada ozanlar vardır, ozan aileleri vardır. Biz seninle aynı aileden olabiliriz. Başka aileler de vardır. Tedirgin olmana gerek yok, bildiğim kadarıyla senin şiirin kendi şiirin. Ama bu aynı aileden olmamızı engellemez,' demişti.

Bu yaz da Ülker'le birlikte gene yollara düştük, ilkin Komotini'den telefon ettim, çalışıyordu; Atina'dan telefon ettim, gene çalışıyordu. 28.8.1981 akşamı Hydra adasından telefon edince:

''Planladığım çalışmalarımı bitirdim.Şimdi seninle Ülker'i bekliyorum, 4 ve 8 eylül tarihleri arasında'' demişti.

16 Mayıs 2019 Perşembe

YAŞAR KEMAL

BİR EDEBİYAT DEVİ / YAŞAR KEMAL






Nedim Gürsel
Cumhuriyet Dergi / sayı:354 / 1996


 - İstiyorum ki söyleşimiz iki eksende gelişsin. Önce, sözlü gelenek çağdaş bir yazar tarafından nasıl kullanılıyor ve nasıl modern bir yazıya dönüştürülüyor, bu sorunu irdeleyelim .. Sanıyorum, senin yazarlık deneyiminde olduğu kadar ilk çıkışında, bir folklor derleyicisi olarak edebiyat dünyasına attığın ilk adımda da bu sorunun önemli bir yeri var. İkinci olarak, toplumsal değişmeyle romanların arasında, eğer varsa, türdeş ilişkiyi ortaya koymaya çalışalım. Çukurova’nın ekonomik ve toplumsal değişiminin yakın tanıklarından biri oldun. Yapıtını oluşturan temel izleklerden birisi de, bu dönüşüm sürecinin ifadesidir, diyebiliriz. Bu iki eksen dışında başka çizgiler de söyleşimize yön verebilir elbet. Örneğin İnce Memed serisi; başkaldırı, sömürü, eşitlik özlemi gibi izlekler; romanlar gerçek dünya arasındaki ilişkiler; vb...

Yine de, klasik bir yaklaşımla yaşam öykünden başlasak. Ailenin serüveninden örneğin... Ortadirek’te anlattığın uzun yürüyüş, Ali’nin annesi Meryemce’yi sırtında taşıması, sanıyorum ailenin de yaşadığı olaylar.

-Ortadirek’i yazdığım yıllarda böyle bir olaya tanık oldum. 1946’da Çukurova’da anasını sırtında taşıyan bir adam görmüştüm. Bir yükünü, bir anasını sırtlıyordu. Ama ilginç olan şu ki, babamın ailesinde de yaşanmış bir olaydı bu, 1915’de aile Van’ dan göçerken. Ruslar Van’ı işgal edince bizim köyün ortasına bir top güllesi düşüyor. Ve Doğu Anadolu, özellikle de Van gölü kıyılarında oturan halk korkmaya başlıyor. Güney Anadolu’ya doğru iniyorlar, babamın ailesi de içlerinde, Bitlis’den aşağıya yürüyerek. Büyükannem hasta. Babam çok güçlü kuvvetli bir insandı, bir doksan boyunda, dalyan gibi bir bey. Anasını yol boyunca sırtında taşıyor. Van’dan Adana’ya bir buçuk yılda gelebiliyorlar ancak.


- Yani baba tarafın Doğu’dan göçüyorlar Çukurova’ya. 


 -Ana tarafım da. Anamın ailesinde eşkiyalar da var.

- Evet, birlikte yaptığımız Paris-Avignon tren yolculuğunda söylemiştin bunu. Demek ki her şey bir göçle başlıyor. Bir uzun yürüyüşle...

-Babam çok severmiş anasını. Hep sırtında getiriyor, atlara bile bindirmiyor. Söz açılmışken Ortadirek’le ilgili bir şey daha anlatayım.


Anam anlattı bu hikâyeyi. Yolda bir çocuk buluyorlar, her tarafı çürümüş, bitkin bir çocuk. Bir deri bir kemik kalmış, yara bere içinde. Ninem diyor ki babama “Bir inilti geliyor çalıların içinden. Al getir!” diyor Babam gidiyor. Bakıyor ki ölmüş. Bu parçayı Kanın Sesi’nde yazdım. Yani Kimsecik dizisinde. Bu üçlü dizi ailemin göçünü ve benim çocukluk yıllarımı anlatır. Ama roman söz konusu burada, otobiyografi değil. Nasıl İnce Memed’in kendi yaşamımla ilgisi varsa -ne kadar olabilirse- bu da ailemin yaşamından yola çıkarak yazdığım bir roman.

Hikâye şu: O çocuğu buluyorlar, diriltiyorlar. Babam evlât ediniyor bunu. Sonra da babamı vuran adam, adı Yusuf... Yine Meryemce’ye dönersek, işin ilginç yanı, Ortadirek’te Çukurova’ya indikleri vakit Meryemce en güzel elbiselerini giyiyor. “İndik ya! Geldik ya!” diyor. Büyükannem gibi biraz. Oğluna, yani babama diyor ki “bana çok güzel bir ev tutacaksın, badanalı falan”. Ondan sonra anama diyor ki “Beni tertemiz yıkayacaksın, saçlarımı kınalayacaksın. En güzel elbiselerimi giydireceksin. Gerdanlıklarımı, halhallarımı, hırızmalarımı takacaksın!”.

Anam bütün bu söylediklerini yerine getiriyor. Büyükannem namazını kılıyor, sonra evin önünde oturuyor. Sabahleyin uyandıklarında bir de bakıyorlar ki ölmüş. Bu olay yer etmiş bilinçaltımda. Yıllar sonra Ortadirek’i yazarken aklıma geldi. Meryemce’ye de, büyükannem gibi, en güzel elbiselerini giydirdim.




8 Ocak 2018 Pazartesi

PAUL ELUARD ÜZERİNE ARAGON'UN YAZISI


LOUIS ARAGON:
Eluard'ın Şiirinde İmge



Eluard'ı tuttuğumu söyleyecekler, biliyorum. Elbette tutuyorum.

Üstelik bu konuda yalnız da değilim.

Herkes birini tutmakta özgürdür, bütün mesele bu yeğleme nedenlerinin aynı zamanda Eluard'nkilere uyup uymadığını bilmektedir. Bazı kimseler, kendi sanılarına gö­re, Eluard'ın da gerçekte savunduğu şeyleri savunuyor. Bir başka grup da Eluard'dan, kendisinin görünce şaşıracağı bir yardım sağlıyor.


Böylece, Eluard'ın şiiri içerik (muhteva) yönünden onların dilediği yere çekilip götürülemediği için, bazı kim­seler, biçim üzerinde durarak, hiç değilse biçim yönünden, Eluard'ı seçmiş olduğu kamptan ayırmaya uğraşıyor. Bu ça­ba imge (image) konusunda, ritim ve uyak (kafiye) konu­sunda oluyor.

Bu yüzden, bizim toplumcu gerçekçilikten yana olanla­rın bile büyük bir iyi niyetle cevap vermeye, ön almaya, belki kendilerinin de karşılaştığı güçlükleri aydınlatmaya çalıştıkları, kendi deyimleriyle, Eluard'ın şiirinden «işçile­rin» çıkarılıp atıldığını görmekten korktukları farkediliyor. Ben bu konuda beceriksiz metin yorumlamasından olduğu kadar, ilk bakışta düşülen yanlış anlamalardan da korktu­ğumu itiraf ederim.

Eluard'ın şiiri açık mı, değil mi? Eluard'da açık şiir de var, açık olmayan şiir de. Eluard'ın şiiri bölünmez bir bü­tün, ya da koşulsuz bir veri değil ki. Eluard'ın şu şiiri ile bu şiiri arasındaki bağ ve tarihsel koşullar aynı değil, ve şu şiirin tarihsel hal ve şartları öteki şiirinkine benzemez. Paul, ölümünden yedi sekiz gün önce bana Poémes pour tous (Herkesin Beğendiği Şiirler) haline gelmiş olan şiirlerini yeniden bastırmamı söylediği zaman kafasında şiir lerindeki bu açıklık ayrımından başka bir şey yoktu. Bana, insanla­rın, kendi kitaplarından birini, şiirlerinden bazılarında bul­dukları, öteki şiirlerde yitirdikleri şey için satın aldıklarını görmekten üzüntü duyduğunu söylemiştir. Öyle ki, Eluard'ın herhangi bir başlık adı vermeden ölüp gidişinden sonra ben, Dominique Herkesin Beğendiği Şiirler adını teklif et­mezden önce, kitaba Açık Şiirler (Poémes dairs) demeyi düşünmüştüm.

PAUL ELUARD VE NERUDA


BENZERİ OLMAYAN ELUARD

Pablo Neruda


Arkadaşım Paul Eluard, kısa bir süre önce öldü. Öylesine bütün, öylesine yoğun bir kişiliği vardı ki, ölümüne çok güç alıştım ve çok acı çektim. Normandiyalıydı. Mavi gözlü ve pembe tenliydi. Dimdik ve ince yapılıydı.

1914 savaşında iki kez gazla zehirlenmişti, elleri titrerdi. Fakat Eluard'ı her görüşümde gökyüzünün rengi, derin ve suskun sular, güçlülüğünü iyi bilen bir yumuşaklık canlanırdı gözümün önünde. Pencerede kalıvermiş bir ilkbahar yağmuru damlası kadar pırıl pırıl ve tertemiz şiirlerini okuyanlar; Paul Eluard'ı politika dışı bir şair, politikaya karşı çıkan şairlerden biri sanırdı. Fakat hiç de öyle değildi. Fransız milletiyle bağlı sayıyordu kendini; Fransız milletinin heyecanlarına ve döğüşlerine sıkı sıkıya bağlıydı.

Paul Eluard yere sağlam basardı. Bir çeşit Fransız kulesiydi. O yaygın ve budalaca heyecanlanmalara hiç benzemeyen bir Fransız heyecanı vardı onda.

Birlikte yolculuk ettiğimiz Meksika'da onu ilk kez karanlık bir uçurumun kenarında gördüm. Yüreğinde hüzne her zaman sessiz ve küçük bir köşe ayırmasını bilmiş Eluard'ı.


PAUL ELUARD - ŞİİRLERİ

 
ÇEŞİTLİ ÇEVİRMENLERDEN ŞİİRLERİ


ÖZGÜRLÜK


Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar karlar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş kan kağıt veya kül
Yazarım adını;

Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını

Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını

En güzel gecelere
Günün ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını

Gök kırpıntılarına
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını

Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını

Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını

Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını

Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını

Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hıncahınç meydanlara
Yazarım adını

Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını

İki parça meyvaya
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını

Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını

Kapımın eşiğine
Kabıma kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını

Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükütun ötesine
Yazarım adını

Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını

Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını

Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını

Bir tek sözün şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya

Özgürlük

M. C. Anday - O. V. Kanık

7 Ocak 2018 Pazar

PAUL ELUARD - YAŞAMI - ŞİİRLERİ

YAŞAM ÖYKÜSÜ

Paul ELUARD 

Çev:Sait Maden
Yeni Ankara Yayınevi / Ekim 1976





1895. 14 Aralık:
Paul Eluard’ın Seine Irmağı üzerindeki Saint-Dénis kentinde doğuşu.
İlk adı Eugéne-Emile-Paul Grindel. Baba sayman, anne terzi.



1908.
Aile Paris’e göçüyor. Paul öğrenimini burada sürdürecektir.


1912.
Bir akciğer kanaması sonucu öğrenimine ara veriyor. İsviçre’nin Davos kentinde, Clavadel Sanatoryumu'nda kalıyor bir süre. Orada Helene Dimitrovnia Diakonova Gala’yı tanıyor.


1913.
Gala ile evlenme tasarısı. Ocak ayında, Paris’de, Paul Eugene Grindel adıyle ilk kitabını yayımlıyor: Premiers Poémes (İlk Şiirler).


1914.
Eluard artık iyileştiği için Clavadel Sanatoryumu'ndan ayrılıyor.
Gala Rusya’ya dönüyor.


Ağustos:
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması.
Eluard askere alınıyor.


1915.
Önce piyade eri, sonra da sağlık eri.


1916.
Cephede, ateş hattında, kendi eliyle 17 tane yazıp çoğalttığı Devoir (Ödev).
İlk kez bu kitapta kullanıyor Paul Eluard adını.
Eylül: Gala Paris’e dönüyor.


1917.
21 Şubat: Eluard Gala ile evlenmek için üç günlük izin alıyor.
Mart: Ağır bir bronşit yüzünden Amiens hastanesine yatıyor.
Haziran: Dada 1 adlı derginin Zürih’de yayımlanmaya başlaması.
Eluard üçüncü kitabını yayımlıyor: Le Devoir et l’İnqulétude (Ödev Ve Kaygı).
Ekim: Rusya’da Bolşevikler yönetime el koyuyor.


1918.
Mayıs: Gala’nın bir kızı oluyor: Cécile.
Haziran: Yeni bir yapıt: Poémes pour la paix (Barış İçin Şiirler).
9 Kasım: Apollinaire’in ölümü.


1919.

Eluard Dada’cılara katılıyor ve Tristan Tzara, Andre Breton, Aragon ve Philippe Soupault’yu tanıyor.

1920.
Yeni bir yapıt: Les Animaux et leurs hommes les hommes et leurs animaux (Hayvanlarla İnsanları-İnsanlarla Hayvanları) .

1921.
Les Necessités de la vie et les conséquences des réves (Yaşamın Gereklilikleri Ve Düşlerin Sonuçları).


PAUL ELUARD - YAŞAMI - ŞİİRLERİ

PAUL ELUARD

YAŞAMI
VE
ŞİİRLERİ



Haz: Abdullah Ergüven / “özel yayın” / Şubat 1980





Öz adı Eugéne Grindel olan Paul Eluard, 14 Aralık 1895'de Saint-Denis'de doğdu. Babası büro memuru, annesi Jeanne - Marie Cousin de dikişçiydi.

Ozan, Eluard adını anneannesinden alır. Babası, annesini üç çocuğuyla birlikte yapa¬yalnız bırakınca, küçük Paul'ün annesi de annesinin evine sığınır. Ozan, körpe çocukluk yıllarında acıklı, yaşam öyküleri dinler annesinden. Bu durum, ozana etki etmiş olmalı ki, bir gün sarışın Cecil'ine şunları yazar:

«Acıları, yaşamı öğrenmemeni, onlara kapalı kalmanı isterim. Kişiler, olaylar üstüne görgülenmek bir yük. Sen kendine özgü ışığında yürü.. »

Babası Clement Grindel Norman köylülerinden olup, Norman niteliğini üzerinde toplamış; mavi gözleri, sarı saçlarıyla Viking'leri andırıyordu. Yapmacık duygularla bağlıydı karısına, çocuklarına. Gün oluyor, yakınlarından bile kuşkulanıyordu.

Eugene, Saint-Denis bucak okuluna yazılır. Sonra ailesiyle birlikte Aulnay-sous-Bois'ya yerleşir. Burada sürdürür öğrenimini. Paris' e geldiklerinde küçük Eugene, Clignantcort Sokağı yakınındaki okula girer. Hastalanır. Yorucu ders yılından sonra, 1912 Temmuz sonunda annesiyle Montreux yakınındaki Glion (İsviçre)'a yerleşir.

İsviçre dağlarında, bu dinlenmenin tadını çıkardığı sıralarda vereme yakalanır.

1914 Şubatına değin dinlenir. Altı hafta sonra Paris'te oturan babasına - kitap göndermesi için mektup yazar. Ciltciye, ciltlenmek üzere bırakılan kitaplardan kuşkulanarak, «aman kitaplarıma bir şey olmasın» diye, duramaz bir mektup daha döşenir. Ismarladığı yapıtlardan başka, durmadan Rimbaud ile Lautreamont’u okumaktadır.

1914 Kasımı, henüz 19 yaşında, askeri göreve alınır. Ama 1915 Martında bronşite yakalanarak hastahaneye gönderilir. Savaşa çağrılır yeniden. Mektup dağıtıcısı, telefoncu, askeri hasta bakıcısı, yazışmacı gibi çeşitli görevlerde bulunur. Gözleriyle tanık olur can sıkıntılarına, üzüntülere, mutsuzluklara.



Bu arada, çeşitli hastalıklar yakasını bırakmaz. 1915 Eylül’ünde dört saatlik izinsiz ayrılışı yüzünden, sekiz gün tutuklu kalır. 1916 Temmuzunda yazmanlık görevini yüklenince: «Biraz önce ilginç bir göreve atadılar beni. Etape bölgesine ya da daha içerilere taşıdığımız yaralıların mektuplarını yazmak, aileleriyle bağlantı kurmak. Bu görevi öbürlerine yeğ tutuyorum, Yararlı bir iş.» demekten kendini alamaz.


Artık la Nouvelle Revue Française'le le Mercure de France'ı okumakta ve annesinden kitaplar istemektedir. Satın alınmasını istediği yapıtlar arasında Claudel'in Les Trois Poémes De Guerre'iyle Henri Bataille’in La Divine Trajedie'si de bulunmaktadır.


1912 yılı sonunda «yaşamının güneşi» olan Gala'ya tutulur. «Onu çok seviyorum. Beğenilerimiz birbirinin tıpkısı. Evimiz aydınlık, güler yüzlü, konuksever olacak; babama, anneme, dostlarıma, sizinkilere.» 11 Kasım 1918


Bırakışını ise bir çocuk sevinciyle karşılar. Önce ciltcisi, sonra dostu olan Gonon'a seslenir: «Bitti, bitti... İşte bitti yaşlı Gonon'um, renk değiştirdi gök. Kuşkusuz daha anlayışlı daha güçlü olacağız. Ohh .. Gonon! Ben artık sizinim.»


13 Kasım 1918'de Gonon'a şöyle sızlanır: «Gerçekten altüst oldum Apollinaire'in ölümüyle. Genç bir yetenek aramızdan ayrılan. Onun verdiği umutları bize hiç kimse veremiyecek!»


Apollinaire'e ağlıyordu: «Ulu bir yapının» temellerini atan. Daha sonra kendisi gibi savaştan yeni çıkmış gençlerle karşılaşır: Louis Aragon, Andre Breton, Philippe Soupault, Robert Desnos, Hans Arp, Max Ernst vb ...


Böylelikle Dada'cılar ve Gerçeküstücülerle bağlar kurar.


Babasına şöyle yazar bir gün: «Paris'e gelirken kanama geçirdim. Sağlık yurdundayım. İsviçre sanatoryumunda olduğumu söyleyiver».

Yanına 17.000 frank alarak sonradan «aptalca bir yolculuk» diye nitelendireceği amaçsız bir yolculuğa, dünya yolculuğuna çıkar (1924).

Her şeyini; karısını, kızını bile arkada bırakır. Bu kaçışta babasının sıkıyönetimine boyun eğmeyen sert bir ırkın izleri var. Hindiçini'ye değin uzanır: Tahiti, Cook Adaları, Yeni Zelanda, Cava, Sumatra, Seylan, Hindistan, Hindiçini.

Charles Baudelaire’'in yolculuğu durgun, düzenli bir yaşayışa kavuşmak amacıyla adalara, yeni çevrelere açılıştı. Ama Eluard'ın yolculuğu üstüne yer adlarından başka bir şey bilinmiyor. Birkaç ay sonra Gala, Saygon'da yardımına yetişir. Altı aylık bir ayrılıştan sonra birlikte Marsilya'ya gelirler.

Gerçeküstücü topluluğunda ve Franco'ya karşıdır. Prene'lerin ardında İspanya'nın acısını çeker. Ardından İkinci Büyük Savaş (1939-45).

1942 mütarekesinden sonra işgal gücüne karşıdır.

Liberte (Özgürlük), bir Marseillese gibi kulaklarda yankılanır. Ulusal Yazarlar Kurulu'nun çağrısı üzerine Eluard da öbür ozanların yanında yer alır.

1930'da Gala'dan ayrılır. «bütün varlığını dolduran» Nusch'la evlenir.

(1946). Eluard-Nusch evliliğinin tanıklığını yapmış olanlar arasında Picasso da vardır.

1952 yazı. Dinlenmek için Perigord' da küçük bir ev kiralar. Henüz 57 yaşında. Omuzları çökmüştür. Önsezilerinin etkisiyle olacak, Perigord'un güzel görünümlerini bir yana iterek Paris' e gelir.

18 Kasım sabahı göğüs anjini yakasını bırakmaz, olduğu yere yıkılır (1952).


Eluard yaşadığı yerlerin, görünümlerinin iç kapanıklığını unutmadı hiçbir zaman. Bir yandan rahatsızlığı, öbür yandan öğrenimini yanda bırakma korkusu. Bütün bunlar o zamanın mutlulukla mutsuzluk arasında bölünmüş duygululuğunu etkiliyordu. Yirmisinde bir “anlatım aracı” ardındaydı.

Gerçeküstücülük yeni sözcükler yaratma sanatını kazandırdı.

Coşkunluğu, sözcük bilimine başvuruyordu aralıksız. Bilinmeyen zenginlikler elde edeceği Fransız şiir geleneğinin kalıtıcısı olmak ister. Yalın sözcüklerle dilini yaratır. Kısa tümcelerle şiirlerinin derinliğinden fışkıran çarpıcı dizelerle gerçekleri yinelemekten hoşlanır.

Robert Poulet, Eluard'ın en iyi yapıtı olarak Mourir de Ne pas Mourir (Ölmemek için Ölmek)'i gösterir.

Şiir yaşamın içindedir, şiir gerçeği amaç edinir. Şiir kişiler, onların koşulları için; koşullar çekici olduğu zaman Eluard' da biçim yok. İzlenimcilerin desenleri gibi sanatının çevre çizgisi her zaman sislere gömülür.

Les Yeux Fertiles (Verimli Gözler, 1936)'le yeni bir dönem başlar. Eluard kuşkusuz, kendi topluluğunun en gerçekçi ozanı. Her zaman ulu bir sesi düşler doğal olarak. Şiir yoluyla doğrudan doğruya insana uzanan bağlar kurar. Özgürlüğünü ortaya koyar bu yapıtla.

İspanya İçsavaşı (1936) sıralarında yaklaşık olarak şöyle der:

«Bütün ozanların, insanların yaşamıyla yakından ilgilenerek onları desteklemek görevinin zamanı gelmiştir.»

Liberte, İkinci Büyük Savaş yıllarında Fransız şiirini ardında sürükleyen büyük harekete katılır.


Sur mes cahier d'écolier
Sur mon pupitre et les arbres
Sur le sable sur la neige
J'écris ton nom

Sm toutes les pages lues
Sur toutes les pages blanches
Pierre sans papier ou cendre
J'écris ton nom



Roland Purnal'e göre Eluard'ın yalnızlığında bir «kaynaşma gereksinmesi» saklıdır.

İlk yapıtlarının birinde «toprağa bağlı bir bakış»ı, insanla Evrenin dengesini belirtir. Koşulların baskısıyla her şeyi kişinin durumu karşısında başkaldırmaya bağlar. Simgeleri eşsiz bir ustalıkla kullanır. Coşkunluğu bir denge tansığıdır. Sevi, umutsuzluğa karşı durur. Eluard'ın sözcüğü, zaman kavramını siler, yerçekimi yasalarına karşı direnir. Nesneleri tozlaştırır: Bütün bir boşluğu aydınlatmak için ayakta kalan yalnız kişilerdir. Bütün çağlar boyunca Fransız içli ozanlarının başlıcalarından biri.

Marcenak, özellikle onun gerçekçiliği üzerinde durur: «Neyle gizlemeli toprağın tuzlu tadını? 1917'den 1952'ye değin her gün biraz daha bilinçli. Ozan sesini yükseltmişse, gizemli bir kaynaktan çıkmıyordu. Ortak yankısıydı bu ses insanların, tarihin. Kişi, savaş için yaratılmadı; karısı, çocuklarıyla mutlu olmak için» diyordu.

Gerçek, büyük ozan kendi alınyazısında, alınyazımızın imgesini görebilen, gördüğünü yansıtabilen ozandır:

De l'horizan d'un homme a l'horizon de tous

“Kişinin çevreninden tümümüzün çevrenine”

Lautreamont soruyordu ozanlara: «Sizi öbürlerinden ayırmaya yeter bir neden mi dizelerle yazmanız?»

Eluard'ın da yapıtlarıyla ortaya koyduğu gerçekler bundan başka değil. Ozan, yalnızlık krallığının saçma başbuğu değildir. Işık tümümüz için. Ozanın bir Evreni var, tarih onu herkesle paylaşır. İşte ozanın varlıklar zincirindeki yeri ve görevi:



Je suis crée, je crée, c'est le seul équilibre
C'est la seule justice


Yaratılmışım, yaratırım, tek denge bu,
Tek eşitlik.


Hier il ya trés longtemps
Je suis né sans sortir des chaines
Je suis né comme une defaite

Hier il ya trés longtemps
Je suis né dans les bras tremblants
D'une famille pauvre et tendre



Dün, uzun yıllar önce
Doğdum zincirimi koparmadan
Bir bozgun gibi doğdum

Daha dün
Doğdum titrek kollarında
Yoksul, sevecen bir ailenin


Eluard yığınların duygusunu paylaşır, halkın içinde yaşar. Toplum her şey onun için. Yaşadığı ortamın ozanı olduğu kadar, gelecek kuşakların da ozanı. Çevresindeki gerçeklere bağlı. Görmemezlikten gelmez onları. Uydurma türküler de söylemez! Ozanın işi değil yalancılık. O, ne de bir kentsoylu aldırmazlığına kaptırır kendini:


Voici ma table et mon papier, Le pars d'ici
Et je suis d'un seul bond dans la foul des hommes.

Çekip gidiyorum, işte masam, kâğıtlarım
Bir atılışta ortasındayım yığınların.

* **

İls vous ont fa it payer le pain
Le ciel la terre l'eau le sommeil
Et la misére
De votre vie

Haram ettiler bir dilim ekmeği size
Yeri göğü suyu uykuyu
Ve yoksulluğunu
Yaşamınızın

Şiiri yaratan duygularının gücüdür. Ülkücülüğü, kişinin evrenselliğine inanan bir ülkücülük. Yüreği ve ruhu bireyci değil. Ozan, onların açılmasını, sunulmasını ister. Sevenle sevilen arasında bir karşıtlık aramayın. İkilik de bir. Mutluluğun bireşimi. Çünkü o, eş tenden, eş yürekten çıkıyor. Eluard taşa, suya, ateşe nasıl inanıyorsa, görünen evrende olduğu gibi, sözcüğe de inanıyordu:

La terre est bleu comme une orange
Jamais une erreur les mots ne mentes pas

Bir portakal gibi mavi yeryüzü
Yanlışı yok sözcükler yalan söylemez

“Hiçbir zaman yitirmedi inancını; bir eylem, bir sorun adamı olarak. Kısacası,” der Louis Perche, çağımız şiirinin Platon'u; iyiliği, dostluğu, kardeşliği dile getiren ozanı Eluard."

Son sözü ozanın kendisine bırakalım:

«- Goethe'nin dediği gibi -her şiir bir koşuldur. Şuna inanmalıyız ki bir durum-koşul şiiri; özelden genele değişime uğrar ve bir değer anlamı, bir süreklilik ve sonsuzluk anlamı kazanır. Koşullar; ozanın en yalın istekleri, yüreği,ruhu ve usuyla uzlaşmalı. Dış koşullarla iç koşulların eş anda rastlaşması gerek. O zaman seviçli bir coşkudan, bahar çiçeklerinden, ölmemek için bir şey yapma sevincinden daha gerçek olur. Ozan her zaman, kendi düşüncesinin izinden gider. Ama bu düşünce onu, insanlığın ilerlemesi çizgisine götürür.»


Stokholm, Ocak 1980
Abdullah Rıza Ergüven

Not: Abdullah Rıza Ergüven'in bu kitabı daha sonra 1993'te Berfin Yayınevi tarafından basılmıştır.





9 Kasım 2017 Perşembe

RAINER MARIA RILKE VE Malte Laurids Brigge'nin Notları

Özdemir İNCE
Malte ve Rilke


"Malte Laurids Brigge'nin Notları" üzerine


BİR dergi ile bir kitaptan söz edecektim. Değerli dostum Tahsin Yücel, sözünü etmek istediğim dergide (Sözcükler) sözünü etmek istediğim kitabı (Rainer Maria Rilke'nin "Malte Laurids Brigge'nin Notları") yazmış.

Sözcükler, iki ayda bir yayınlanan çok önemli bir edebiyat dergisi. Edebiyat severlere ve doğru Türkçe yandaşlarına hararetle salık veririm.


* * *

Tahsin Yücel, "Rainer Maria Rilke'nin 'Malte Laurids Brigge'nin Notları'nı nice yıllar sonra yeniden okuyorum. Daha üçüncü, dördüncü sayfada incecikten bir mutluluk doluyor içime, kendimi esenlik ve güzellik ortamında buluyorum. ’Bunda şaşılacak bir şey yok', diyorum içimden: ’Rilke'nin bu yapıtı daha önce de bayağı büyülemişti beni" diyor. Gerçekten "Büyük" bir romancı tarafından yazıldığı için son derece önemli bir değerlendirme. ("Malte"nin yeni basımı Can Yayınları tarafından yapıldı.)


Ancak, Tahsin Yücel'in mutluluk ve esenlik duygusu yalnızca Rilke'nin şair derinliğinden gelmiyor. Onun kadar önemli bir başka öğe var: Büyük şair Behçet Necatigil'in, metni bir çeviri başyapıtına dönüştüren Türkçe'si. Yunus Emre'ye, Karacaoğlan'a, dilimizin büyük şairlerine ulanan bir Türkçe...

Dostum Tahsin Yücel, ardından sözü, günümüz yazarlarının, gazetelerinin, televizyonlarının sefil ve kirli Türkçe'sine getiriyor.

* * *

Tahsin Yücel'in yazısı yayınlanmamış olsaydı... Yazımın bu giriş bölümü olmayacaktı. "Malte"nin Türk edebiyatının altın kuşağının kutsal kitabı olduğunu yazacaktım. Bu "Altın Kuşak" tanımı ilk kez kullanılıyor. 1930 doğumlu, yani 1930-1940 arasında doğmuş (bir-iki yıl inip çıkabilir) öykücülerimiz için kullanıyorum: Leyla Erbil, Füruzan, Bilge Karasu, Muzaffer Buyrukçu, Erdal Öz, Onat Kutlar, Demir Özlü, Ferit Edgü, Sevgi Soysal... Bu adlara biraz daha yaşlı Nezihe Meriç, Tarık Dursun K. ve Sevim Burak'ı da katabiliriz.

Çağdaş Türk şiirini nasıl 1910-1920 doğumlular kurduysa, çağdaş Türk düzyazısını da 1930 kuşağı kurdu.

Bu kuşağın Türkçe'si bir denek (mihenk) taşıdır. Üstelik bu kuşağı aşmış bir başka öykücü kuşağı da gelmedi. Bu kuşak Türkçe'yi Necatigil'in "Malte" çevirisinden çıkardı diyebiliriz.

* * *

"Malte" bizim kuşağın kızları için de geçilmesi gereken bir sınavdı. Sevgili adaylarımıza okusun diye "Malte"yi verirdik. Kızlar için birbirimize sorardık: "Malte'yi okudu mu?"

Traugott Fusch bendeki ilk baskı (1948) önsözünde, "Bu kitaba el atan ona karşı kayıtsız kalamayacaktır; kim olursa olsun bu kitabı tutan, tutuşur; çünkü şairin kanıyla yazılmış, çünkü ateş çemberinden geçmiştir" diye yazıyor. "Malte" bir anlatı, bir roman!"

Elli yıllık sevgilim Ülker'e, "Malte"yi şu yazıyla vermişim: "28 Aralık 1957'nin getirdiği mutluluklara 1958'den en güzel merhabalarımızla. 20.12.1957, Ankara"

Ülker sınavı geçmekle kalmadı, üstelik yarım yüzyıllık bereketli mimarım, öğretmenim oldu!Bir adam ölür ... Öldüğünü fark ettiğinde, Tanrı'nın elinde bir çanta ile kendisine yaklaştığını farkeder. Tanrı ile adam arasında şöyle bir konuşma geçer:

RAINER MARIA RİLKE

KİTAP ZAMANI

Sayı 11 / Bölüm roman / Ercan Yılmaz



Yalnızca üç şey kaçınılmaz olarak birleştiğinde Varlık’ı oluşturabilir: Yalnızlık, Hiçlik ve Ölüm! Rainer Maria Rilke’nin Can Yayınları tarafından Behçet Necatigil’in o nefis çevirisiyle yeniden yayımlanan, geçen asra damgasını vuran kitabı Malte Laurids Brigge’nin Notları, Yalnızlık, Hiçlik ve Ölüm’ü Varlık potasında eriten benzersiz bir kitaptır!


Rilke, üstbilinçle kaleme aldığı bu günce-romanında, sözlerle ve işaretlerle ağırdan kendini kılmaktadır hayatı ve ölümü; varoluşun ölümcül kaygısını hazza dönüştürmüş bir ruha ve sonsuz bir tutkuya sahip biri olarak…
‘Tanrım! İşe yaramaz şeyleri görmemize engel ol. Sen’in tüm gerçeğini görmek için her şeyi gören gözler ver.’ diye dua eder Kierkegaard, o harika kitabı ‘Ölümcül Hastalık Umutsuzluk’un girişinde. Rilke de, daha Malte’nin ilk sayfalarında, ‘Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.’ derken, hiç şüphesiz hakikat’in peşindedir! Denilebilir ki, ‘Bu hayatın kavranılmaz unsurlarına kapılan bir ruhun yalnızlığı ve yabancılığı üzerine bir gözlemdir bu eser.’

Bazen insanı bazen hakikati bazen de ölümü dahi unutan ve düşüş’ün ilâhî ve kuşatıcı hazzıyla sarmalanmış bir kahraman (Malte) ile karşı karşıyayızdır. Rilke, her şeyden önce çocuk olarak, çocuk saflığıyla karşımızdadır bu büyülü eserde; ölüm’ün kucağında, yokluk’un sütüyle büyüyen bir çocuk.

RAINER MARIA RILKE

Rainer Maria RİLKE

Behçet Necatigil / Milliyet Sanat / 1976




Tanınmış Alman şairi Rainer Maria Rilke, doğumunun 100.yıldonümünde çeşitli yayınlar, törenlerle anılıyor. Yüzyılımızın başındaki Alman edebiyatının “etkileri en geniş üç yıldızından biri” olan Rainer Maria Rilke, modern şiirin önde gelen birkaç kişisinden biri olmakla kalmamış, edebiyata başarılı düzyazılar ve anadiline olgun çeviriler kazandırmıştı. “Malte Laurids’in Notları” adlı kitabını dilimize çeviren Behçet Necatigil Rilke’yi çeşitli açılardan inceliyor…




Doğumu da,ölümü de aralık ayında (l875-l926). Ardında değişen havaların silemediği, karartamadığı bir gök kuşağı oluşturarak elli yıl yaşamıştı. Seneye ölümünün de ellinci yıl dönümü.

Alman şairi Rainer Maria Rilke, 4 aralık l875'de Prag'da doğdu. Kuzey Bohemya köylüklerinden olan babası bir askerî memurdu, sonraları demiryollarında çalıştı. Annesi Praglı, orta sınıftan bir ailenin kızı.

Rilke'yi askerî okula vermişlerdi. Zayıftı bünyesi; sağlığına ters geldi ,on yedi yaşlarında askerî liseden ayrıldı. Bir süre bir ticaret okuluna gitti, özel öğrenim görerek lise olgunluk sınavlarını verince, Prag üniversitesinde sanat ve edebiyat tarihi okudu.İçine kapalı, çekingen bir gençti,bir meslekte çalışamayacağını anladı; şair olabilirdi yalnız.

İtalya'da dolaştı (l899), Rusya'ya gitti (l899 -l900), Tolstoy'u yakından tanıdı. Rus köylülerinin dindarlığını ve Tanrı'yla dolu kanaatkâr hayatlarındaki içten mutluluğu gördü; Rusya steplerinin ıssızlığında doğanın vahşi uysal ve mistik ihtişamı, tam gönlüne göreydi.

Rusya dönüşü, bir heykeltıraş kızla evlendi, bir yıl sürdü evlilik ve 1900'de eşinden ayrılınca Paris'e, İtalya’ya, Danimarka ve İsveç'e gitti.

1905'de gene Paris'teydi, heykeltıraş Rodin'e hayran kaldı. Rodin’in dostu ve sekiz ay kadar kâtibi oldu (l905-1906). Huzursuzluklarının baskısı altında gene yollara düştü. Kuzey Afrika'yı, Mısır'ı, İspanya'yı gördü. 1911-1912'de bir prensesin misafiri olarak Trieste yakınlarında Duino şatosunda kaldı.

Birinci, Dünya Savaşı'nda Münih'teydi, kısa bir süre Avusturya ordusunda görev aldı, Viyana’da Harb arşivinde çalıştı. Sağlığı bozulmuştu, ayrıldı. Savaş sona erince bir süre İsviçre’de oyalandı. İsviçre hükümetinin emrine verdiği bir şatoda geçirdi, günlerini Montreux yakınlarında bir yerde, kan kanserinden öldü. (1926).

Şair üzerine bir incelemesini şu satırlarla bağlamıştı Celâlettin Ezine :

"Sakin bir gecede, inzivâda öldü. Yanında bir tek hizrmetçisi vardı. Can çekişirken beş isim mırıldandığını söylerler: Tanrı, İsa, köylü Rus şairi Droşin, Tolstoy ve Rodin. Sonra hırıltı gibi birkaç kelime, tam ölürken: “Dilenciler, hastalar, zavallılar”

(Hamle dergisi ,sayı 2, Eylül 1940)

RAINER MARIA RILKE

MALTE LAURiDS BRiGGE' NiN NOTLARI


"Malte Laurids Brigge’nin Notları" bir günce romandır. Aralıklı günlerde tutulmuş notlardan, güncelerden oluşan bir roman. Rilke bu eseri Paris'te ilk kalışının (l902-l903) izlenimleri etkisinde, l904'te Roma'da yazmaya başladı, 1908 -l9l0 yılları arasında, ikinci gidişinde Paris'te tamamladı ve 1910'da basıldı kitap.

Rilke'nin o güne kadarki ruhsal gelişmeleri birleşti Malte'de : Prag'dan gelme çocukluk anıları, Rusya yaşantıları, 1904 'te İskandinavya'da geçirdiği günlerin izlenimleri ve daha önceden bildiği, okuduğu Jacobsen, Kierkegaard, Bang etkileri…

Rilke, kişiliğini, Paris' e ilk gelişinde (1902) heykeltıraş Rodin' le tanıştıktan ve Fransız empresyonist ressamlarının dünyasına girdikten sonra bulmuştu. Bu sanat akımı, Rilke'ye görmeyi, görmenin sanat için ilk şart olduğunu öğretmişti. Şair, duygulara, nesnelere can gözüyle baktıkça; önünde, evvelce varlığından haberdar olmadığı bir dünyaya açıldı. Acıyı, aşkı, ölümü umursamayan; kendilerini makineleşen çağın gürültülerinde üstünkörü avutan, uyuşturan insanların üstünde bir dünyaydı gördüğü. Bu dünyada Tanrı vardı, Tanrı'ya sığınma vardı. Paris kargaşasının ortasında kendini yapayalnız, çaresiz hisseden Rilke, yaşantılarını Malte adında bir şairin dilinden dile getirdi.

Romanın kahramanı Malte soyunun son ferdi, Danimarkalı hasta bir gençtir, 28 yaşında bir şair. Bu genç, büyük kent Paris'te yalnızlığının, gurbetinin, hiçliğinin acılarını gidermeye anılarını tazeleyerek dramını hafifletmeye çabalar. Tema ve motif atkıları örerek yapar bu işi; öyle ki bilinen anlamda bir roman bile sayılamaz bu kitap. Bölüm bölüm, şiirsel denemeler toplamı da denebilir kitaba.

İki ana leitmotif “Görmeyi Öğreniyorum” ve “Korkuyorum” motifleri, Paris hastaneleri, tavan araları,yabancı sokaklar, kimsesiz ölenler arasında gider gelir Malte. İnsanların vaktiyle "kendi ölümleriyle ölmelerini, şimdinin kitle halinde, fabrika işi ölümleriyle karşılaştırır, çocukluğunun kayıp korkularına kaptırır kendini. Bir dekadans (çöküş, çürüyüş) sürecinin ezikliği ve boşluğudur yaşadığı. Boşta aşklar, sanatta kurtulma çabaları, İncil'deki Kayıp Oğul kıssasını bir de bu çağda tekrarlamak zorunluğu, geçmişin anılarıyla şimdinin yaşantıları arasında uyumsuzluklar... Ve Malte adındaki yarı Hamlet, direnme gücünü “gelecektir başka türlü yorumların zamanı” formülünde arar. Şöyle der:

“Bir tek adım yeter, sonsuz sefaletimin mutluluğa dönüşmesi için bir tek adım ...”



RAINER MARIA RILKE

ÇOCUKLUK

Akar orada okul uzun korku ve zaman
Gürültülü boğuk duruşlu nesnelerle iç içe kayan
Ey zaman ey yalnızlık ey günün zorlu geçidi
dışarıdayız şimdi: Kıvılcımlanır ve çınlar yollar
Meydanlarda sıçrayan fıskıyeli havuzlar
Ye bahçelerde öyle genişler ki dünya
Giysiler içinde geçer devran ve bütün bunlarla
Bir başkasından tam başka gidilirdj ve gidiliyor
Ey muhteşem zaman ey geçen zaman
Ey mutlak yalnızlık


Bütün bunlarla seyredilir uzaklar
Erkekler kadınlar erkekler erkekler kadınlar
Ve çocuklar ki başkadırlar ve çeşitlidirler
Ve anıdaki ev ve arada sırada bir köpek
Korku yerini sessizce güvene terkeder
Ey anlamsız keder ey rüya ey şafak
Ey dipsiz ırmak


Ve böyle oynaya oynaya top çember ve teker
Yumuşak ve tatlı renk atan bir bahçede
Yakalamanın kör ve azgın acelesiyle
Bazan büyüklere hafifçe çarpılır
Fakat akşamla sessizce eve
Küçük ve katı adımlarla gidip yakalanmak
Ey daima daha çok kaçan kavrama
Ey korku ey yük

Ve saatlerce büyük gri havuzun eteğinde
Küçük ve katı adımlarla gidip yakalanmak
Daha birçok daha güzel yelkenliler
Unutuldu uçuştukları için daire çizerek
Fakat mecburuz düşünmeye küçük ve solgun
Şeklini havuza dalıp gider gibi görünen yüzün
Ey çocukluk ey kaypak tartı
Nereye nereye


Alıntı:
(Türkçesi:Cahit Zarifoğlu,
Diriliş Dergisi, Sayı 3, mayıs-haziran 1966)



RAINER MARIA RILKE

ESKİ YUNAN CARİYELERİNİN MEZARLARI


Uzun saçlarının içinde yatarlar ve kahverengi yüzler
çok önceden kendi içlerine çekildiler.
Sanki çok büyük bir uzaklığın önündeymiş gibi, kapalı gözler.
İskeletler, ağızlar, çiçekler. Ağızların içinde,
cep satrancının adamları gibi sıra sıra dizilmiş parlak dişler.
Ve çiçekler, sarı inciler, narin kemikler,
eller ve gömlekler, buruşmuş kalbin üstünde
çürüyen yün bez. Fakat orada, altında
o yüzüklerin, altında muskaların ve mücevherlerin
ve mavi gözler gibi kıymetli taşların (hatıraları aşıkların),
hâla ortadadır cinsiyeti sessiz yeraltı türbesinin,
çiçek petalleriyle dolmuş kemerli çatısına kadar.
Ve tekrar sarı inciler, gevşetilmiş ve dağıtılmış,
kendilerine ait ateşe verilmiş kilden kaplar üzerinde
bir zamanlar boyanmış portreler, parfüm kavanozlarının
çiçekler gibi kokan yeşil parçaları, ve imajları
mihraplarının üzerinde oturan küçük ev-halkı tanrılarının:
kendinden geçmiş tanrılarla cariye-cennetleri.
Kırılmış elbise kemerleri, yeşim taşından oyulmuş bokböcekleri,
muazzam cinsel organları olan küçük heykeller,
gülen bir ağız, danseden kızlar, koşucular,
küçük yaylara benzeyen altın tokalar
kuş avlamak için kullanılan-ve hayvan şekilli nazarlıklar,
süslü bıçaklar ve kaşıklar, uzun iğneler,
yuvarlak açık kırmızı renkli bir kırık çömlek parçası üzerinde
bir at takımının ayakta duran bükülmeyen bacakları
girilecek bir yerin üzerindeki karanlık yazıt gibi.
Ve tekrar çiçekler, birbirinden uzağa yuvarlanmış inciler,
yan tarafları parlayan küçük yaldızlı bir lîr;
çiseleyen yağmur gibi düşen duvakların arasında
sanki ayakkabının krizalitinden dışarı tırmanmış gibi:
zarif solgun kelebeği ayak bileğinin.

Ve böylece yatarlar, gerekli şeylerle dolu ağzına kadar,
pahalı şeyler, mücevherler, oyuncaklar, kaplar ve kacaklar,
kırık incik boncuk (ne kadar çoğu içine düşmüş onların!)
ve kararırlar bir nehrin dibi kararırmış gibi.

Çünkü nehir yataklarıydı onlar birzamanlar,
ve üzerlerinde kısa, aceleci dalgalar
(herbiri kendini daha fazla uzatmak isteyerek, her zaman)
sayısız delikanlının cesetlerini sürükledi;
ve içlerinde büyümüş adamların akıntıları kükredi.
Ve bazen oğlan çocukları ileri fırlarlardı
çocukluk dağlarından, aşağı inerlerdi çekingen akarsularla
ve oynarlardı nehrin dibinde ne buldularsa,
dik yokuş bilinçlerini yakalayıncaya kadar:

Sonra doldurdular, açık, sığ suyla,
bu geniş kanalın bütün genişliğini ve koydular
derinliklerde dönen küçük girdapları,
ve aynaladılar yeşil kıyıları ilk kez
ve uzaktan seslenmelerini kuşların — , gökte, o sırada
yıldızlı geceleri bir başka, daha tatlı ülkenin
çiçek açtı üzerlerinde onların ve kapanmayacaktı hiçbir zaman.


(Çev: Vehbi Taşar )


RAINER MARIA RILKE

ORPHEUS . EURKE . HERMES


Ruhların dipsiz, garip madeniydi bu.
Ve onlar, sessiz gümüş damarları gibi
ilerlerdi bu madenin karanlığında. Arasında
köklerin, insanlığa akan kan fışkırırdı
karanlıkta ağır somaki parçalarınca.
Başka şey yoktu kırmızı.

Ama kayalar vardı,
düşümsü ormanlar. Boşluk üstünde köprüler,
ve bir manzara üstündeki boz, yağmurlu bir gök gibi
uzak yatağının tâ üstünde asılı kalmış
o büyük göl sonra: boz, yansıtmayan.
Ve çimenlikler arasında, yumuşak ve sabırlı,
ağarsın diye serilmiş uzun keten bezince
görünürdü tek yolun ensiz, soluk kesimi.

Onlar işte bu tek yola yaklaşırlardı.

Önde ince uzun er kişi, sırtında göğel üstlük,
önüne bakardı hep, dilsiz bir sabırsızlık içinde.
Adımları yutar, tıkınırdı yolu parça parça
durup çiğnemeden; dökülen kıvrımlardan
elleri sarkardı, ağır ve yumruk yumruk,
canlı çengin artık farkında olmadan:
soluna kök salan çengin,
nasıl sarılırsa gül sarmaşıkları zeytin dalına.
Duyuları bölünmüşe benzerdi: çünkü,
görmesi bir köpek gibi koşarken önünde,
dönüp geri gelir, dinelirken ikide bir,
uzak ve beklerken, yolun öbür dönemecinde -
işitmesi hep geri kalırdı bir koku gibi.
Ona öyle gelirdi ki zaman zaman işitmesi
geri uzardı öbür kişilerin gelişlerine;
bu çıkış yolunu izlese gerekti onlar da.
Derken arkasında bir şey yoktu yine
kendi ayak sesinden, üstlüğünün yelinden başka.
Ama kendini hâlâ geldiklerine inandırırdı;
geliyorlar derdi yüksek sesle, sönmesini dinlerdi sesinin.
Onlar gelirdi hâlâ, yalnız iki kişiydi
yürüyen, korkulu, çekingen. Dönüp
bakabilseydi bir kez (geri bakmak
bu işi bozmak olmasaydı bir,
bu daha bitmemiş) onları görebilirdi besbelli,
kendisini sessizce izleyen iki tez-gidişliyi:
Yolculuk ve uzak haber tanrısı, başında
parlak gözlerini saklayan gezi başlığı,
önünde tuttuğu ince değnek,
hafif çırpınan kanatlar topuklarında;
sol elindeyse, kendisine emanet, k a d ı n .

21 Nisan 2017 Cuma

T.S.ELIOT / YAŞAMI-ŞİİRLERİ VE DENEMELERİ



Ve gerçekten zamanı gelir
Pencere camlarına sırtını sürterek
Sokaklar boyunca kayan sarı dumanın;
Zamanı gelir, zamanı gelir
Yüzün olur karşındaki yüzleri karşılayacak;
Cana kıymanın da, yaratmanın da , zamanı gelecek,
Ve zaman, tüm işleri ve günleri için ellerin
Ki alıp soruları düşürür tabağına tek tek;
Senin zamanın ve benim zamanım,
Ve zamanı sayısız kararsızlığın da
Ve sayısız görüşlerin ve caymaların da,
Daha tadına bakmadan tost ile çayın.

Salonda kadınlar girip çıkar
Mikelanjelo' dan söz açar.

Ve gerçekten zamanı gelir
Sorarsın, "Cesaretim var mı?", "Cesaretim var mı?",
Zamanı gelir geri dönüp merdivenden inmenin,
İç ezikliğiyle tepemdeki kelliğin-
(Diyecekler, "Saçları nasıl da seyrelmede!")
Günlük elbisem üstümde, kolalı yakam çenemde,
……………………
……………………
" Cesaretim var mı
Tedirgin etmeye evreni?
Bir dakikada yeterli zaman var
Kararlarla caymalar için / ki bir dakika değiştirir hepsini.



(Alfred J. Profrock'un Aşk Şarkısı’ndan)


T.S.ELIOT / Denemeler



GELENEK VE BİREYSEL YETİ
T.S.Eliot

Ara sıra yokluğundan yakınırken adını anarsak da, İngiliz yazınında gelenekten pek söz açmayız. “Gelenek” den ya da "Bir gelenek" den söz etmeyiz; bu sözü ancak falancanın şiiri “gelenekçi” ya da “fazla gelenekçi” derken sıfat olarak kullanırız. Belki de bir yergi tümcesinden başka yerde pek seyrek görünür bu söz… Ya da beğenilen eserin, hoş bir arkeolojik diriltme olduğunu üstü örtülü söyleyen belli belirsiz bir beğenmedir. Güvenilir arkeoloji bilimine böyle rahat başvurmadan, bu sözü İngiliz kulağıyla zor uzlaştırabilirsiniz.

Bu söz yaşayan ya da ölmüş yazarları değerlendirmede görülecek değil şüphesiz. Her ulusun yalnız yaratma biçimi değil, eleştirme biçimi de vardır kendine göre; hatta her ulus eleştiri alışkanlıklarının yetersizliklerine, sınırlarına yaratıcı dehasınınkilerden daha kayıtsızdır. Fransız dilinde yazılagelmiş bir yığın eleştiri yazısından, Fransızın eleştiri yoluyla yöntemini biliriz, ya da bildiğimizi sanırız. Hatta (ne bilinçsiz kişileriz ki) Fransızların bizden “daha eleştirici” oldukları sonucuna varır, bazan da sanki Fransızlar itkilerine bizden daha az bağlıymışlar gibi, bununla biraz böbürleniriz. Belki de öyledirler; ama şunu bilmeliyiz ki eleştiri soluk almak kadar kaçınılmaz bir şeydir, okuduğumuz bir kitaptan heyecan duyarken aklımızdan geçenleri dile getirmekle, kendi kafamızda geçen bu eleştiri eylemini de eleştirmekle bir şey yitirmeyiz. Bu süreçte ışığa çıkabilecek olgulardan biri, ozanı överken eserinin başkasını en az benzeyen yönleri üzerinde durma eğilimimizdir. Eserinin bu yönlerinde ya da bu bölümlerinde bireysel olanı, o kişinin kendi özü neyse onu bulmaya çalışırız, ozanın kendisinden önce gelenlerden, hele kendisinden hemen önce gelenlerden başkalığı üzerinde hazla dururuz; tadına varmak için, ayrılabilecek bir şey bulmaya çalışırız. Oysa bir ozana bu önyargı olmadan yaklaşırsak, sık sık görürüz ki eserinin yalnız en iyi değil, en bireysel bölümlerinde bile ölmüş ozanlar, ataları, kendi ölümsüzlüklerini pekiştirmektedirler. Bunu yalnız etkilenme dönemi olan ergenlik çağı için değil, tam bir olgunluk çağı için de söylüyorum.

Ama geleneğin, aktarmanın tek yolu, bizden hemen önceki kuşağın başarılarına körü körüne ya da ürkekçe bağlanarak onların yollarını izlemekten başka bir şey değilse, “gelenek” in kesin olarak dizginlenmesi gerekir. Kumlara karışıp yitiveren, nice sıradan akıllar gördük; yenilikse tekrardan iyidir. Daha geniş çapta bir önemi vardır geleneğin. Mirasa konar gibi elde edilemez; istiyorsanız, onu büyük bir çabayla edinmeniz gerekir. Bu, her şeyden önce, ozanlığını yirmi beşinden sonra da sürdürecek herkes için, hemen hemen şart diyebileceğimiz bir tarih duygusunu gerektirir. Tarih duygusu da, geçmişin geçmişliğinden başka, şimdiliğinin de kavranmasını gerektirir.

Tarih duygusu, yalnız kendi kuşağını etinde kanında duyarak değil, Homeros'dan bu yana bütün Avrupa Edebiyatı ile, onun içinde kendi ülkesi edebiyatının çağdaş bir varlığı olduğunu, çağdaş bir düzen kurduklarını duyarak yazmaya zorlar kişiyi.. Geçicinin olduğu kadar sonsuzun da, geçiciyle birlikte sonsuzun da duygusu olan bu tarih duygusudur yazarı gelenekçi kılan. Yazara zaman içindeki yerini, çağdaşlığını en kesin duyuran budur.


T. S. ELIOT / Denemeler



Denemeler / T. S. ELIOT /

Çev: Akşit Göktürk /

Bu kitapta T. S. EIiot'ın beş eleştiri yazısının çevirileri yer almaktadır. Eliot'ın eleştirileri geniş bir alanı kaplar. Buraya alınan denemeler, onun şiir anlayışının, eleştiri anlayışının temel ilkelerini ortaya koyan yazılardır. Bu denemelerde, eleştirinin görevi, şiirin oluşumu, ozan ile eleştirmenin gelenekle bağı, ozanın şiiriyle bağı gibi Eliot’u çok ilgilendiren belli başlı sorunların ele alınışı, savunuluşu izlenebilir … İlkin, Eliot'ın savunduğu anlayışın hangi koşullardan doğduğunu kısaca belirterek, onun şiir ile eleştiri konularındaki tutumunun en belirgin yönleri üzerinde biraz duracağız.

Demiş Akşit Göktürk…

Ve kitabın girişinde önsöz nitelinde T.S. Eliot’un şiirine alıntılarla ilerleyen bir yazı yerleştirmiş…. İlkin o yazıyla başlayarak verdiğim sözü yerine getirmek; Eliot denemelerini tamamlamak istiyorum. Çünkü bu denemelerin; şiirle, yazınla, hatta sanatın diğer dallarıyla uğraşanları ilgilendirdiğini düşünüyorum.

İlkin Akşit Göktürk’ün Eliot şiirine ilişkin görüşleriyle başlıyoruz:



ELIOT' IN KLASİZMİ

1. Şiirde ve Eleştiride Yeni Eğilim

Güçlü bir ozanın, ya da bir kaçının başlattığı her yeni akım tekdüzeliğe düştüğü an, şiirde bir devrim kaçınılmaz olur. İngiltere'de Tennyson'la doruğuna varmış olan Victoria Devri şiiri de yirminci yüzyıl başlarında böyle bir tekdüzeliğe düşmüştü. Günlük yaşayıştan, kent yaşayışından kaçan bu şiir geleneği artık yirminci yüzyılın koşullarıyla bağdaşacak durumda değildi. Böylece şiirde romantik geleneğe karşı bir tepki görülmeye başladı, yeni bir eğilim belirdi. Bu yeni akımın üç büyük öncüsü T. E. Hulme, T. S. Eliot, Ezra Pound'du. Birinci dünya savaşından hemen önce, bu yeni sanat eğiliminin sözcülüğünü yaparken T. E. Hulme “Romanticism and Classicism” adlı denemesinde:

«Şunu söyleyeyim ki, şiir için kuru, çetin, klâsik bir çağ gelmek üzeredir. »
«Bence romantizm artık bir tükenme devresine ulaşmıştır. Yeni bir teknik, yeni bir yol bulunmadıkça yeni bir şiirin doğmasını da bekleyemeyiz.»*
diyor.

Hulme ile Eliot aynı kuşağın sözcüleridir. Düşünceleri aynı ortamda gelişmiştir. Hulme'ın denemeleri 1924 yılında yayınlanmıştır. Eliot'ın şiir görüşü de bu sıralarda oluşmaktadır.

Önceki yüzyıllarda, Dryden ile Coleridge de birer ozan-eleştirmen olarak şiir alanında yeni bir devrimi başlatmış, getirdikleri yeni anlayışın ilk örneklerini vermişlerdir. Eliot'ın da hem şiiri hem eleştirisi, bir çağın çöküşü ardından gelen yeni görüşün ilk belli başlı örnekleridir. 1922'de Waste Land'in yayınlanışıyla romantik şiir için bitiş zili çalmış oluyordu. Waste Land günümüz ozanının çağdaş yaşayışla şiiri uzlaştırma çabasına iyi bir örnektir. Şiirde yeni bir anlatımın da başlangıcıdır. Çünkü yeni çağın insan düşüncesiyle duygusuna kazandırdığı yeni boyutlar, yeni dil kaynaklarını, yeni bir deyiş biçimini gerektiriyordu.



T.S.ELIOT



DÖRT KUARTET
*Yalnız tek bir merkez olduğu halde,insanların çoğu kendi merkezlerinde yaşar.

*Yokuş yukarı ve yokuş aşağı birdir ve birbirinden aynıdır.

Heracleitus

BURNT NORTON (*)

I

Şimdiki zaman ve geçmiş zaman
Belki birliktedir gelecek zamanda,
Ve gel-zamanı kapsar geçmiş zaman.
Zamanların hepsi ölümsüzce varsa
Zamanların hiçbiri kurtarılamaz.
Ne olabilirdi, bir soyutlamadır ki
Sürekli bir olanak halinde kalır
Bir varsayım dünyasında ancak.
Ne olabilirdi ile ne oldu soruları
Tek bir sonu imler ki daima vardır.
Anılarda yankılanır ayak sesleri
Geçitten aşağı ki bizler geçmedik
Hiç açmadığımız kapıya doğru
Gül bahçesine. Sözlerim yankılanır
Böylece, kafanızda.
……………………Ama neden
Tedirgin eder gül tasındaki tozları,
Bilmiyorum.


……………………Öbür yankılar
Çınlar bahçede. İzlesek mi onları?
Çabuk, dedi kuş, bulun onları, bulun,
Tam köşede. Çitteki ilk gedikten,
İlk dünyamıza bizim, izlesek mi
Düzenci ardıçkuşunu? İlk dünyamıza.
Oradaydı onlar, ağırbaşlı, görünmez.
İlerleyerek çiğnemeden ölü yaprakları,
Güz sıcağında, tınlayan havada,
Ve cıvıldadı kuş, yanıtlarcasına
Çalılığa sinmiş duyulmadık müziği,
Ve belirsiz bakış uzandı, çünkü güller
Görülmüş çiçeklerin görünüşündeydi.
Oradaydık konuklarla biz, ağırlanan ve ağırlayan.
Sonra ilerledik, onlar da, tören düzeninde,
Issız bahçe yolundan şimşir çevreli göbeğe,
Çünkü seyredecektik boşaltılmış havuzu.
Kuruydu havuz, kuru beton, boz kenarlı,
Ama havuz günışığından bir suyla doluydu,
Ve nilüfer yükseldi, sessizce, sessizce,
Yüzey parıldadı, sanki yüreğiydi ışığın,
Ve onlar arkamızdaydı, havuzda yansıyarak.
Derken bir bulut geçti ve boşaldı havuz.
Gidin, dedi kuş, çünkü ağaçlar çocuk doluydu,
Coşkuyla gizlenmiş, dokunsan gülecekler.
Gidin gidin gidin, dedi kuş, insanoğlu
Dayanamaz bunca çok gerçeğe.
Geçmiş zaman ve gelecek zaman
Ne olabilirdi ile ne oldu soruları
Tek bir sonu imler ki daima vardır.

T.S.ELIOT




EAST COKER (*)




Başlangıcımdadır benim sonum. Sırayla
Evler yükselir ve düşer, ufalanır, ama yayılıyor,
Göçüyor, yıkılıyor, yenileniyor, ya da yerlerinde
Bir boş tarla, bir fabrika, bir varyant vardır.
Eski taş yeni yapıya, eski kereste yeni ateşlere,
Eski ateşler küllere, ve küller toprağa,
Toprak ki zaten et, post ve dışkıdır,
İnsan ve hayvan kemiği, ekin sapı ve yapraktır.
Evler yaşar ve ölür: bir süresi vardır yapıların
Ve bir süresi yaşamanın ve üretmenin
Ve bir süresi yelin, kırsın diye sarsak camları
Ve sarssın diye sıçan yuvası tahta kaplamaları
Ve sarssın diye armalı partal süs perdelerini.

Başlangıcımdadır benim sonum. Şimdi ışık düşer
Boş tarladan ötelere, bırakıp çukurdaki köy yolunu,
Dallarla örtülü, bir öğle sonrası loşluğunda,
Ve sen sete yaslanırsın bir araba geçerken
Ve çukur yol diretip durur aynı yönde
Hep köye doğru, elektrik ısısında
İpnotize edilmiş. Bunaltıcı bir siste boğucu ışık
Emilir, kırılmaz, külrengi taşlarca.
Yıldızçiçekleri uyur boş sessizlikte.
Bekle erkenci baykuşu.