RSS

3 Nisan 2010 Cumartesi

OSCAR WILDE / ESTETİK AKIM VE OSCAR WİLDE - 4

İNGİLİZ EDEBİYATI TARİHİ/ Mina URGAN
Cilt:5 / Onbirinci Bölüm



Ne var ki, çoğu Amerikalının ilgisini çeken, Oscar Wilde'ın neler söylediği değil, nasıl davrandığı ve özellikle neler giydiğiydi. Wilde bir konferans dizisi vermiyor, bir show turnesi yapıyordu sanki.

Amerikalılar, o sırada ülkelerinde büyük bir başarıyla temsil edilen Patience operetindeki garip adamı (Wilde da oradayken o temsillerden birine gitmişti) kendi gözleriyle görmenin heyecanını yaşıyorlardı. Üstelik bu adam, Patience'da gösterildiğinden bile daha acayipti gerçek yaşamda. Daha önce de söylediğimiz gibi zaten bir showman yanı olan Wilde, Amerikalıları şaşkına çevirmek için elinden geleni yaptı.

Ama Harvard öğrencileri de ona bir oyun oynadılar: Boston' da vereceği konferansda, ön sıralar son dakikaya kadar boş kalmıştı. Wilde konuşmaya başlamak üzereyken, altmış öğrenci salona girip bu boş yerlere oturdular. Hepsi Wilde stilinde, aşırı süslü giyinmişlerdi; ellerinde de kocaman bir çiçek tutuyorlardı. Ne var ki, kendine oynanılacak oyundan haberi olan Wilde, herkesinkine benzeyen koyu renk çok sade bir kostüm giymişti o gün. Bir espri yaparak «God save me from my disciples» (Tanrı beni çömezlerimden korusun) diye konferansına başlayınca, müthiş alkışlandı.


Zaten Wilde Amerika'dayken, espri yapmak fırsatını hiç kaçırmazdı. Örneğin, «we have really everthing in common with America except, of course, language» (gerçekten her şeyimiz müşterek Amerika ile, dilimiz dışında elbette) derdi; ya da bizlerin boyalı basın dediğimiz, Amerika'da «yellow press» (sarı basın) denen gazetelere değinerek, bir insanı sarı humma bile kolay kolay öldüremezken sarı basının elinden canlı kurtulmanın yolu olmadığını söylerdi.

Gelgelelim, sarı basının onu rezil etmek için harcadığı yoğun çabalara karşın, Wilde aklın alamayacağı kadar ünlendi Amerika'da. Bu görülmedik ününden yararlanmak isteyenlerden son derece garip öneriler alıyordu bu arada. Örneğin, sirkler kralı P.T. Barnum, elinde bir ay çiçeği ya da bir zambak tutarak, Jumbo adlı fili sokaklarda gezdirirse, ona haftada iki yüz sterling vermeye hazır olduğunu bildiriyordu.

Amerika'yı uygar yapmakla (I have civilized America) gururlanan Oscar Wilde, bir yıl süren turnesi sırasında dünya kadar para kazandı. Ama oradan Paris'e gelince, har vurup harman savurarak, bu paraları üç ayda yedi. İngiltere'ye meteliksiz geri dönünce de, geçinebilmek için konferanslarını sürdürdü.

Büyük Britanya'nın her bir yanına, İskoçya'ya, İrlanda'ya gitti; Estetik Akımdan tutun da kadın korseleri ya da yüksek topuklara kadar her konuda konuştu. Türk kadınlarının şalvarlarını çok beğendiğini de söyledi bu arada.


/…/ 1884' de otuz yaşında evlenmesi ise, /…/ ekonomik durumunu düzeltmek içindi. Annesi de dostları da, ancak varlıklı bir kız bulabilirse belini biraz doğrultabileceğini söylüyorlardı ona. Bunun üzerine Wilde kendine eş aramaya başladı. Adaylardan biri onu reddedince, ikiyüzlülükten ne denli uzak olduğunu kanıtlayan bir pusula yazdı kıza: «Charlotte, I am sorry about your decision. With your money and my brain, we could have got so far!» (Charlotte, kararına üzüldüm. Senin paran ve benim beynimle öyle uzaklara ulaşabilirdik ki!)

Hayranları arasında çok daha varlıklıları bulunduğu halde, Wilde, ayrıca zengin sayılmayacak Constance Lloyd'u seçti sonunda. Çiftin, biri 1885' de, öteki bir yıl sonra dünyaya gelen iki oğlu oldu. Cyril, Birinci Dünya Savaşında öldü. Her nedense bir kadın adı verilen Vivian ise yaşayıp babası üzerine kitaplar yazdı.

/…/ Constance ile evliliği bozulmayabilirdi, çünkü bu genç kadın, eşine aşık, dürüst bir insandı. Wilde /…/ mahkum olunca, kolayca boşanabilirdi.

Wilde da bunu hemen önerdi. Ama Constance boşanmadı. Soyadını Holland yapmakla yetindi. Eşine kendi gelirinden yılda yüz elli sterling verilmesini sağladıktan sonra, Wilde' dan ayrı yaşadı ve ondan iki yıl önce öldü.

Oscar Wilde, Oxford'da öğrenciyken, Walter Pater, ona neden hep şiir yazdığını sormuş; düzyazının şiirden çok daha güç olduğunu söylemişti. Wilde, hocasının öğüdüne kulak verip, bu güç işi başardı. Yazar olarak en güzel ürünleri, 1888'de yayınladığı The Happy Prince and other Tales (Mutlu Prens ve Başka Masallar) ile 1891'de yayınladığı A House of Pomegranates'deki (Bir Nar Evi) düzyazıyla yazılmış masallardır bize kalırsa.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, şiirlerinden kat kat daha şiirseldir bu masallar. Üstelik bu şiirsellik, hem çok yalın, hem de çok özgündür. Wilde, masallarını anlatırken, yapay süslemelerden kaçınır, şiirlerinde olduğu gibi, başka şairlerin de etkisinde kalmaz. İngiliz edebiyatında peri masalı geleneği bulunmadığından, öykünecek başka yazar da yoktur zaten.

Wilde'ın masallarında kullandığı dil, öylesine doğal ve sadedir ki, bunlar hazırlık sınıflarında İngilizceye yeni başlayan öğrencilere okutulurdu eskiden. Oscar Wilde'ın birçok yabancı ülkede İngiltere'de olduğundan daha ünlü olmasının başlıca nedeni de bu olsa gerek.


Wilde, mektuplarından birinde, masallarını, hem kendi çocukları ve bütün çocuklar için; hem de çocuklara özgü düş gücünü yitirmeyen yetişkinler için yazdığım söyler.

Hesketh Pearson'a göre, kendi de çocuk kalan Wilde'ın masaldan hoşlanması doğaldı. Sohbetlerinde bunları sürekli ürettiğini; kimisini yazıp, kimisini yazmaya zahmet etmediğini daha önce de söylemiştik. Üstelik masal türü, Wilde'ın edebiyat üzerine görüşlerine de tümüyle uygundur: Çünkü denemelerini ele alırken göreceğimiz gibi, Wilde gerçekçiliğe karşıydı. Bir yazar düşgücünden özgürce yararlanmayı kendine amaç edinmeliydi:

«The telling of beautiful untrue things ... Dealing with what is unreal and non-existent»

(Gerçeklere uymayan güzel şeyler söylemek ... Gerçekdışı olanı, varolmayanı ele almak) isterdi.


Wilde'ın masalları, hoş vakit geçirmek için yazılmış peri masalları değildirler. Bunları, birer «parable» yani öğretici bir yanı olan, hatta ahlâk dersi veren öyküler saymak daha yerinde olur. Bu durum ise, öğretici sanata kesinlikle karşı çıkan; bir edebiyat yapıtının ahlâklı ya da ahlâksız olarak değil, ancak güzel yada çirkin olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunan Oscar Wilde'ın içine düştüğü çelişkilerin en çarpıcılarından biridir.

«The Happy Prince» de bir Kırlangıç, kentin en yüksek tepesinde, uzun bir sütun üstüne dikilen Mutlu Prensin heykelinin dibine konar geceleyin. Gökte bir tek bulut olmadığı halde, üstüne su damlalarının düşmesine şaşar. Bir de bakar ki, heykel ağlamakta. Neden ağladığını sorunca Prens, sarayının yüksek duvarlarla çevrili güzel bahçelerinde, dünyadan habersiz, büyük bir mutluluk içinde yaşadığını; ama öldükten sonra heykeli bu yüksek tepeye dikilip de, saltanat sürdüğü kentin ne denli yoksul, ne denli dertli olduğunu görünce, ağlamaktan kendini alamadığını anlatır. Her şeyi görüyordur artık: Bir fakir evinde, vaktinden önce yaşlanmış bir kadıncağız, sarayın genç kızlarından birine ipek bir giysi dikmektedir. Yanında yatan küçük oğlu açtır, hastadır. Prens, Kırlangıcın, kılıcının kabzasındaki yakutu yerinden çıkarıp, o kadına götürmesini ister. Kendisine böyle bir görev verilmesi, Kırlangıcın hiç işine gelmez; çünkü bu soğuk ülkede donuyor, bir an önce Mısır'a varmak istiyordur. Ama Prense acır, istediğini yapar.

Ertesi gece Prens, safirden yapılmış gözlerinden birini yoksul bir delikanlıya gönderir. Üçüncü gece, öteki gözü hiç parası kalmayan küçük bir kıza götürülür. Mutlu Prens kör olunca, Kırlangıcın gönlü, onu yalnız bırakmaya razı olamaz; Mısır'a gitmekten vazgeçer. Prens, Kırlangıca son bir görev verir: Kentin üstünde uçacak, sıkıntıda olanları saptayacaktır. Sonra da, Prensin heykelini kaplayan altın tabakayı parça parça koparıp, altın parçalarını yoksullara götürecektir. Kırlangıç, Prensin bu isteğini de yerine getirir; ama artık dayanacak hali kalmadığından, soğuktan donup ölür. O zaman garip bir çatırtı duyulur: Mutlu Prensin yüreği merhametten çatlamıştır. Kentin büyükleri, heykelin mücevhersiz, altınsız halini görünce, bu anıtı bir Prensinkinden çok bir dilencinin heykeline benzetirler. Üniversitedeki sanat tarihi profesörünün, bu sanat ürününün artık güzel olmadığına göre, yararlı da sayılamayacağını bildirmesi üzerine, heykel kaidesinden kaldırılıp eritilir. Ama çatlamış yürek bir türlü erimez. Bu yüreği, çöplüğe, ölü kuşun yanına atarlar. Masalın sonunda, Tanrı, meleklerinden birine o kentteki en kıymetli iki şeyi getirmesini emreder. Melek de, ölü kuşla Mutlu Prensin çatlamış yüreğini götürür Tanrıya.


«The Happy Prince» de yoksullara acıma duygusu üstünde durulduğu gibi, «The Selfish Giant»de de (Bencil Dev) bencilliğin kötülüğü üstünde durulur.

Uzun bir yolculuğa çıkan Bencil Devin güzel bahçesinde, çocuklar keyif içinde oynamaktadırlar. Ama Bencil Dev yolculuktan geri dönünce, çocukların hepsini kovar. Bunun üzerine doğa, sanki küser Bencil Devin bahçesine. İlkbahar gelir, her şey yeşillenir, çiçekler açar, kuşlar öter; ama Bencil Devin bahçesinde, sürekli bir kış vardır. Bu durum yazın sürer, sonbaharda da. Ama bir ilkbahar sabahı, Bencil Dev, bir kuşun tatlı tatlı cıvıldadığını duyar. Bir de bakar ki, çocuklar, duvardaki bir delikten usulcacık bahçeye girmişler, ağaçlara tırmanmışlardır. Buna sevinen meyve ağaçları hemen tomurcuklanmış, çiçek vermiş, kuşlar da geri dönmüştür. Bunun üzerine Bencil Dev, duvarları yıkar, çocukları bahçeye alır; onlarla birlikte oynayarak mutlu olur.

Bu masal, yalnız ahlâk dersi vermekle kalmaz; dinsellik de görülür sonunda.

Çünkü Bencil Dev bahçesine ilk girdiği sırada, ondan korkup kaçan bir küçük çocuk, yıllar sonra geri döner. Ellerinde ve ayaklarında, çarmıha gerilen Hazreti İsa'nın çivi izlerini taşımaktadır. Bu çocuğun İsa olduğunu anlayan Dev, onun önünde diz çöker. Çocuk da, bahçesinde oynamasına izin veren Devi, artık kendi bahçesine, yani cennete götüreceğini söyler. Aynı gün çocuklar oynamaya gelince, Bencil Devi bir ağacın altında, her bir yanı beyaz çiçeklerle örtülü, ölü bulurlar.

Şimdi ele alacağımız masalda, Bülbül, kendi ölümüyle sonuçlanan bir özveri gösterdiğine göre, bizce Wilde'ın masallarımn belki de en güzeli olan «The Nightingale and the Rose»un da (Bülbül ile Gül) ahlâksal bir yanı vardır.

Sarayda bir balo verileceği ve sevdiği kız, ancak kırmızı bir gül getirirse onunla dans edeceğini söylediği için, bir delikanlı güç durumdadır. Çünkü ortada bir tek kırmızı gül yoktur. Bülbül, delikanlıya yardım etmek ister. Onun penceresinin hemen altında kurumuş kırmızı bir gül ağacı bulur. Ama bu ağaç, ancak bir tek şartla gül vermeye razıdır: Bülbül, göğsünü ağacın dikenine dayayıp bütün gece boyunca şarkı söyleyecek; diken, Bülbülün yüreğini delip, can damarının kanı ağaca geçince, kırmızı bir gül açacaktır. Bülbül, bunu yapar; göğsünü dikene dayar, ay ışığında sabaha kadar en güzel aşk şarkılarını söyledikten sonra, gün doğarken ölür. Delikanlı, kırmızı gülü koparır, sevgilisine götürür. Ama kız, bu gülün giysisine uymadığını söyler; başka bir gencin ona mücevherler gönderdiğini, onları takacağını bildirerek, gülü istemez. Delikanlı da, aşkın saçma sapan bir duygu olduğu sonucuna vararak, gülü sokağa atar. Çiçek, bir arabanın tekerleği altında ezilir. Boşuna ölmüştür aşka inanan Bülbül...

Hiç yorum yok: