RSS

12 Mart 2017 Pazar

MELİH CEVDET ANDAY III



MELİH CEVDET ANDAY

Zeyyat Selimoğlu / Milliyet Sanat / 1976



Melih Cevdet Anday'ı bir yayınevinde ilk gördüğüm de, sanırım Arthur Rank yapımı bir İngiliz filminde görmüş olduğum İngiliz albayını hatırladım. Bunun nedeni çok açık: O İngiliz albayı da Anday'ın çakır mavisi gözlerine, açık renkli saçlarına, geniş alnına, ve en önemlisi, tıpkı onun bıyıklarına sahipti. Kendisiyle tanıştırıldığımda, "Hav du yu du" diyerek İngilizce hatır soracak olsa, şaşmayacaktım bu yüzden.

M.C.Anday'ın pos bıyıkları, yarım kalmamış, kendinden kaçmayan, "Ben bıyığım" diye bas bas bağıran bıyıklardan. Anday, renginin açıklığından mı, yüzünün kırmızıya çalmasından mı, her nedense, girdiği yerde hemen göze çarpan bir insan. Ağırlığını koyarak giriyor bir salondan içeri, ama bu, hesaplı bir davranış mı? Hayır. Kendi kişiliğiyle bütünleşmiş bir davranıştır sadece. Anday'ın vücut yapısı, şişmandan yana ama; bu yapısal durum, onun çok hareketli bir insan olmasını engellemiyor. Hem onun şişmanlığı, yağlı bir şişmanlıktan öte, bir biçim, bir kalıptır. Onu harekete geçiren, vücud kıvraklığı ya da inceliği değil, içinde ve kafasında sürekli taşıdığı heyecandır sanırım. Büyük bir kayadan koparılmış ve üzerinde fazlaca titizlenilmemiş sanısını uyandıran bir yapıya sahip Anday.

Masalar içinde en çok sevdiği, her halde rakı masasıdır. Rakının üzerine suyu, bardağı tam doluncaya kadar dolduruyor. Rakı içerken çok az şey yiyor. Çünkü, masa başında olmasının nedeni yemek değil, konuşmaktır ilk planda. Bir şey yedikten ya da bir yudum içtikten sonra, dudaklarını örten bıyıklarını şöyle bir sıvazlamayı ihmal etmiyor. Üstü başı her zaman temizdir. Sanırım, temizliğe çok özen gösterir. Tırnaklarının, bir kez olsun, bakımsız ya da uzamış olduğunu görmedim.

Melih Cevdet Anday, çok sevdiği rakıyı kıvamınca içtikten sonra, konuşmaya koyulur. Konuşmayı da en az rakı kadar sevdiği bellidir. Anday'ın kafası, sürekli fikir doğuran hem de çok hızlı- bir makine gibidir. Ciddi konulara çokça el atar konuşmalarında, ne var ki, konuşmasını sık sık nükteyle, ilginç bir gözlem ya da izlenimle süslemesi, bu ciddi konuşmaları sıkıcı olmaktan kurtarır. Eski uygarlık kültürü ve arkeoloji sık sık yer alır bu konuşmalarda.

Bu masa-başı konuşmalarını, keyfi yerindeyse, sabaha kadar bile sürdürmeyi ister gibidir. Ama hep aynı masa başında kalmaktansa, bir geceyi üç ayrı yerde geçirmeyi yeğler. "Hadi gidip falan yerde sürdürelim.." Bu bir gece içindeki sürekli değişikliğe ayak uydurmak, kolay değildir. İçkiyi aşırı bir ölçüde almışsa, kendini bir suskunluğa kaptırdığı da görülür. Orhan Veli ve Oktay Rıfat ile birlikte getirdikleri şiiri çok güzel tanımlamıştı bir gece. Şöyle demişti aşağı yukarı:

"Nazım Hikmet'in şiiri, oparlörlerle, alanlarda okunan bir şiirdir; Yahya Kemal'in şiiri de tantanalı ve büyük orkestra şiiridir; bizim şiirimize gelince, bizimki oda müziği gibidir."

Bir seferinde de şöyle demişti: "Şiiri hiç okuyan yok, onun içindir ki yalnız şiir yazmak istiyorum."

M.C. Anday, her Türk'ün en azından bir türkü bilmesini ister, iyi kötü bir türkü söylemeyi bilmelidir herkes. Yolculuklarda kendisi de sever türkü çağırmayı. En çok sevdiği romanlardan biri, Kazancakis'in "Aleksi Zorba"sıdır. Zorba rolündeki Anthony Quinn'in aynı adlı filmdeki sirtaki dansı sahnesini unutamamıştır. Anday'ın, dans ve raksa karşı da olağanın dışında bir merak duyduğu bellidir. Karşısında hareketli bir dans, sirtaki ya da horon türünden bir raks gördü mü, bu gösteriden çok zevk aldığı, heyecanlandığı görülür. Kendini tutamayıp: “İnsan danseder ..." diye seslenir o zaman.

M.C.Anday'm, hırçın ve sertleşmeye hazır bir karakteri olduğundan söz açanlar az değildir. Ne var ki, ben onu, kıncı olmamaya özellikle dikkat eden bir tutumda görmüşümdür hep. Belki de, kendisi kıncı olmamaya böyle özen gösterirken, karşısındakinin aykırı davrandığını görürse, hırçınlaşıyordur. Diğer bir deyişle, bam teline basılmaması gereken bir yaradılışta olduğu söylenebilir.

M.C.Anday'ın akılcı bir şair olduğunu söyler şiir uzmanları. Şiirinin akılcı bir şiir olması bir yana, kendisinin gerçekten de akıllı bir insan olduğunu anlamak güç değildir. Anday konuşurken, anlattığı her ne olursa olsun, "İşte akıllı bir adam konuşuyor" demekten alamazsınız kendinizi. Onun şiir, deneme, romanlarını okuyacak, oyunlarını izleyecek kişinin, belirli bir kültür düzeyine erişmiş olması gerekir. Dış görünümü ve davranışlarıyla, tam bir huzura kavuşmuş insanın rahatlığı içinde değildir Anday. Belki de bundan ötürüdür ki, arkadaşlığı ilginç bir hava getirir. Sanatçı olmasa, onun aydın kişiliği belki de böylesine renkli olamazdı, kalıplaşmış bir kişiliğin sınırları içinde kalırdı.

Onun içindir ki, M.C.Anday bir sanatçı olmasaydı ne olurdu diye soracak olanlara, her halde bir elektronik beyin aygıtı olurdu, diye karşılık vermek isterdim.

ÖLÜM ÜSTÜNE / KONUŞARAK
Melih Cevdet Anday / deneme kitabı /
1964

H ASTABAKICILARA, ama iyilerine acırım; çünkü iyi hastabakıcılar, hastalarını severler, onlarla dostluk kurarlar, oysa kısa bir süre sonra bu dostluk, bu sevgi bitiverir, hasta ya iyileşir gider, ya ölür; gerçekten gönlü sevgi dolu olan o iyi hastabakıcı ise, bu sefer yeni bir hastasına bağlanır ... Durup dinlenmeden, ülke ülke dolaşan gezginler de yeni gittikleri yerde, kısa bir süre için, güzellikler, iyi insanlar tanır, dostluklar kurar, sonra da çekip giderler. Gezginlerle hastabakıcılar arasındaki ayrım, birincilerin sevdiklerini bırakması, ikincilerin ise sevdiklerince bırakılmasıdır. Gezginle hastabakıcıyı birleştirirseniz, kişinin alın yazısı çıkar ortaya.

İçimizde bir süreklilik, bir sonsuzluk özlemi vardır hepimizin; bir görünün, bir duygunun bitmesi, bltivermesi, sanki ölümlü olduğumuzu düşündürür bize. Gerçekten de ölümsüz olan yalnızca ögelerdir (unsurlardır), ögelerin çeşitli bileşimlerinden doğar ölümlü yaşam.

İsa'dan üçyüz, üçyüz elli yıl önce yaşamış bir Çin denemecisi şöyle yazıyor: «Günün birinde Cuang Cou, bir kelebek, neşeli bir kelebek olduğunu görmüş düşünde. Bu kelebeğin Cuang Cou'dan haberi bile yokmuş. Birdenbire uyanmış adam, bir de görmüş ki., gerçekten Cuang Cou imiş. Şimdi artık Cuang Cou düşünde bir' kelebek mi olmuştu, yoksa bir kelebek düşünde kendini Cuang Cou olarak mı görüyor, bunu bilemiyormuş. Ne dersin ... varlıklar işte böyle değişirler.»

Shakespeare'in bir oyununda da çok sevdiği bir musiki parçasını dinliyen bir kont, bitiverince yeniden çalınmasını ister o parçanın, ama bu sefer daha başlangıcında: «lt is not so sweet now, as it was before .-- Artık deminki gibi güzel değil.» der.

Bir durumu yeniden yaşamanın, o durum güzel de olsa, tatsızlık getirdiğini anlatıyor bu söz. Demek ölümsüzlük, süreklilik kaygılarımız, ölümlü ve süreksiz olanı saklıyor içinde; başka bir deyişle, bizim düşünümüz, tıpkı varlığımız gibi, sonsuzla sonludan, bu iki karşıt etkiden doğmuştur; bitmeyeni ister, bitene koşarız biz. Bu bakımdan, yeryüzüne geldiğimizden beri, ölüme bir türlü alışamayışımız, anlaşılmaz bir durum da sayılabilir, anlaşılır bir durum da.

Din ulularından biri, «Hiç ölmiyecekmiş gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi tapın» demiş. Bu sözü, «Korkmadan yaşa, ama doğruluğu elden bırakma» diye değiştirebiliriz; ikisi de bir anlamdadır.

Ölüm korkusunu yenmenin tek yolu, ölümü küçümsemektir.

Ataç, «Bunca yaşadım, yeter bana.» diye yazmıştı günlüğünün sonuna.

Çok yaşlı bir hasta ise, ölümün gelip çattığını sezince, «Ben çok bir şey istemiyorum, on yıl daha yaşasam, yeter bana.» demişti. On yıl daha yaşasa, bir on yıl daha isteyecekti.

Bir tanıdığım da, yaşlı bir yakınının, yeni ilâçlarla ölümden kurtulduğunu, sonra gene kurtulduğunu, sonra gene kurtulduğunu anlatırken bu işten duyduğu sıkıntıyı belli ediyordu.

Oysa ölülerin ardından söylenen güzel sözleri duyup okudukça, ölümde bir sevimlilik bulmamak elden gelmiyor. Orhan Veli, bir şiirinde,

“Ölünce biz de iyi adam oluruz.”

diyor; gerçekten de ne çok seveni olduğunu ölümünden sonra anlamışımdır. Ama Orhan Veli o şiirinde, ölü ardından, kim olursa olsun, övgü düzmeye alışmış kişilerle alay ediyordu belki de. Doğrudur bir bakıma, öleni önce göklere çıkarır, bunun arkasından da, bize karşı beslediği sevgiyi, aramızdaki dostluğu, yakınlığı yazarak kendimizi önemsetmeye bakarız. Gerçekten de, «Ölmeden bir gün önce beni aramış», «En iyi dostum sensin, demişti bana», «Bir gün kalkıp, ta Boğaziçi’ndeki evime gelmişti o yaşında.», «Aramızda su sızmazdı.» gibi sözlerin bir ağıt içinde ne yeri olduğunu kestirmek güçtür.

Ölüm acısını bile kıskananlar vardır; acılının gördüğü o geçici ilgi, «Ben unutuldum.» üzüntüsünü yaratır kiminde. Çok yakınlarımdan biri ölmüştü; bir gün sokakta ünlü bir oyuncumuzla karşılaştım; önce başsağlığı diledi, arkasından da, «Kıskandım sizi, dedi, benim başıma da böyle bir şey gelsin isterdim. Ne yapayım, sevilmek istiyorum.»

İnsan saygısının en yücesi ölülere karşı gösterilen saygıdır bence.

Kişinin namusu, en iyi, ölüler karşısındaki davranışı ile belli olur. Neden diye sorulacak olursa, ölüler, bizim arkalarından söyleyeceğimiz sözleri karşılayamazlar, yanıtlayamazlar. Bu bakımdan, içinde insan saygısı olmayan kişi, ölülerin sırtından geçinmeye kalkabilir. Bir suçumuzu ölüp gidene yüklemek, kurnazlık değil, ödlekliktir.

Bir iş yerinde bir hırsızlık ortaya çıkarılmıştı; yakalanan suçlular, iki ay önce ölen birine attılar suçlarını. Demek öteki dünya korkusu, kötüleri etkilemiyor: İyiler içinse öyle bir korkunun gereği yoktur. Gelin de, cehennemi niçin ortaya attıklarını açıklayın! Cennete gelince, oraya gitmek için de önce ölmek gerekir. E.. bunun da pek isteklisi çıkacağını sanmam.

Thales, yaşamakla ölmenin bir olduğunu öğretiyordu; biri, «Niçin ölmüyorsun?» diye sordu; ünlü bilge, «İkisi de bir de onun için» diye karşılık verdi.

Eskiden kişinin kahramanlığı ölümden korkmaması ile anlaşılırmış. Günümüzde ise durum değişmiştir, korka korka ölümü göze almaktır günümüzün kahramanlığı. İkinci Dünya Savaşında yurtlarını korumak için ölümü göze alan İngiliz havacıları, bu işi ne denli korkular duyarak başardıklarını günlüklerine yazmışlar. Bunun nedeni, yaşamanın değerinin gitgide artmasıdır. Bir küçük oğlum var, her şey neşelendiriyor onu; kara, güneşe, kediye, köpeğe, sobaya seviniyor.

Bunu gördükçe, insanlar neden sonra sonra tatsızlaşıyorlar diye düşünüyorum. Bunda, doğanın bir suçu olamaz. Yaşamayı gene insanlar kirletiyorlar. Savaşlar, sömürmeler, yokluklar, yoksulluklar, kardeşlikler ortadan kalksa, hepiniz benim oğlum gibi güler yüzlü olursunuz. Cahit Sıtkı,

«Bir kötülük ölümden olsun ... » demişti.

Küskünlüğü bile kendilerine yasak eden İstoa'cılar, ölüme çok değer vermişler, «Ölüm, doğanın bize bir armağanıdır.» demişlerdir. Sokrates'e «otuz zalimler seni ölüme yargıladılar.» denildiğinde; «Doğa da onları.» demiş.

Ölürken önemli sözler söylemeye meraklı olanlar vardır. Bir Roma İmparatoru, lâzımlıklı sandalye üzerinde, «Tanrılaşıyorum galiba.» diyerek ölmüş.

Septimus Severus, «Daha yapacağım bir şey varsa, çabuk olun.» diyormuş. Oysa her şey onsuz da yapılabilirdi.

Atatürk'ün, «Saat kaç ?» diye sormakta hakkı var, vaktini bilmek istemiş. Kimi tatlı karşılar ölümü, kimi kızgın kızgın.

Augustus Ceasar, eşine tatlı sözler söyleyerek ölmüş, «Bütün ömrünce evlilik hayatımızı unutma, hoşça kal Livia!» demiş.

Ahmet Haşim, öleceğini anlayınca yataktan fırlamış, terliklerini önüne çeviren hizmetçisine, «Çekil ordan, sırası mı şimdi!» diye bağırmış. Gerçekte, öteki dünyaya terlikle de gidilebilir, terliksiz de, bir şey değişmez .

Ozanların mezarı başında, ya da arkalarından, yazdıkları şiirleri anarak ağıtlar düzerler ki hiç sevmem. Bu işe yarayacak bir mısra bile yazmamışımdır. .

Orhan Veli gömülürken, biri:

“Olmaz ki
Böyle de yatılmaz ki”

diye seslenmiş. İçten gelme değildir bence, önceden hazırlanmış bir buluştur. Cenap Şahabettin karlı bir günde ölmüştü, ardından yazılan bütün yazılarda,

“Karlar
Ki semadan düşer düşer ağlar”

mısralarını kullandılar. Ziya Osman Saba'nın cenazesinde bulundum, böyle bir şey olmadı.

Cenazeye gitmeyi pek sevmem, hele tanınmış kimselerin cenazeleri tiyatro premiére'lerini andırır, bütün kendini göstermek isteyenler gelir, yürürken çeşitli fıkralar anlatırlar, gülünç hikâyeler bulup zekâlarını göstermeye kalkarlar, selamlaşırlar, boyuna selamlaşırlar. Hava soğuksa, benim işim var, diyerek camiden sıvışanlar çok olur.

Ankaralı bir tanıdığım, cenazeye gelenler için tutulmuş otomobillerden birine atlayıp Cebeci'ye parasız gitmeyi pek severdi. Gördüğüm en acıklı cenaze, yalnızca dört kişi ile köprüden geçirilen bir yoksulun cenazesidir.

Bir Acem şairi:

“Ölüm âdildir” demiş…

Ne gezer!.

Hiç yorum yok: