RSS

12 Mart 2017 Pazar

MELİH CEVDET ANDAY VIII

BAZI YAZILARI

SORULAR VE YANITLAR
Milliyet Sanat / Sayı 79

Konuşmacılarla, diyelim bir dergi için yaptığımız konuşmalarda en sık karşılaştığın soru, “Biçim ve öz sorunu üstüne ne düşünüyorsunuz?” sorusu oluyor. Şiir antologyası derlemek isteyenlerden aldığım mektuplarda da hep bu sorunun bulunduğunu görüyorum. Demek bizim yazın çevremizi en çok ilgilendiren konuların başında bu gelmektedir. Yıllardan beri sorarlar, yanıtlanır, gene sorarlar, gene yanıtlanır. Bir çözüme bağlanamaz bir türlü demek istemiyorum, yazın sorunlarının hiç biri için kesin bir çözüm beklememelidir, elbette bunlar her dönemde, her çağda yeni baştan ele alınacak, yeni yorumlara yol açacaklardır. Ancak, özellikle yukarda sözünü ettiğim soru bakımından garip bir kuşku içinde bulmuşumdur kendimi; bu soruyu soranlar, bu sorunla bıkıp usanmadan ilgilenenler, gerçekten öz ve biçim ilişkisini bunca merak ediyorlar mı diye sorar dururum kendime. Bu kuşkumun nedenlerini bir ucundan açmak istiyorum.

Önce şunu söyleyelim; konuşmacıların çoğunun, bu soruyu sorduktan sonra aldıkları yanıtlara hiç önem vermediklerini görmüşümdür. Ne deneceğini, ne denebileceğini bildikleri için midir, yoksa hiç bir şey denemeyeceğini, sorunun ancak bir lâf kalabalığına yol açacağı kestirdiklerinden mi, dinlemezler bile pek.

Hakları da yok değil, çünkü bizim yazın çevremizde bu sorunun karşılığı bellidir: “Biçimi belirleyen özdür” diyeceksiniz. Yüzde yüz böyle diyeceğinizi bildikten sonra adam neden ilgilensin? Bana bir gün bir sorucu, “Oyunlarınızı kimin için yazıyorsunuz?” diye sormuştu da, daha ben ağzımı açmadan, “Halk için elbet, değil mi?” diye eklemişti. Demek benim ille o yanıtı vermemi istiyordu. Biliyorsa, istediği buysa ne diye soruyor? İşte “öz-biçim” sorunu üstüne açılan konuşmalardaki hava da hep budur ve bu yüzden de öylesi bir konuşmaya, konuşma demek hiç de doğru olmaz. Beni bulmadan, görmeden de böyle bir konuşmayı rahatlıkla düzenleyebilir herhangi bir konuşmacı.
Ama bunun yararı nedir? Alışılmış herkesin onayladığı, kimseyi sarsmayan, konuyu baştan ele almak hevesini uyandırmayan düşünlerden ne beklenir ki? Böyle diyorum ya, ben de o gibi sorularla karşılaştığımda, beklenen, 'istedikleri yanıtları veriyorum çoğun, böylece de o sıkıntılı durumdan bir an önce kurtulmaya bakıyorum. Gerçekten ne düşündüğümü merak ettiklerini bilsem sözgelişi diyeceğim ki, “Özün biçimi belirlediğini hiç sanmıyorum, çünkü “öz” sözcüğüne hangi anlamın verildiğini açık seçik olarak bilmiyorum, önce siz bana bunu anlatın.”

Pek sanmam anlatabileceklerini, çünkü “öz” sözcüğünün geçtiği tümceleri her okuyuşumda, ona çeşitli anlamlar yüklendiğini görüyorum; kimi onu “konu” anlamında, kimi “toplumsal, siyasal tutum” anlamında, kimi de bir sanat görüşü” anlamında kullanıyor. Söz gelişi, bir ozan aşk üstüne şiir yazıyorsa, onun özünü “bireyci” olarak nitelendiriyorlar, bir romancı işçiden, köylüden söz ediyorsa “ilerici, toplumcu”, bir ressam rengi öne almışsa “soyut” sayılıyor. Oysa bunlar tümden, ya da teker teker, bir sanat yapıtının ne özünü, ne de biçimini belirleyen ögelerdir.

Dahası, “öz”ün bunca değerli, bunca el üstünde tutulur olduğunu gören genç yazarlar, çağın en ileri düşünceleri hangileri ise onları benimsediklerini, sanatları dışında doyurup, sanat yapıtını yaratmaya sıra gelince de, yapabildiklerini ortaya koyuyorlar. Diyelim, şiirlerinde “kavga” temasını işliyor, romanda köyü anlatıyor, resimde halktan kişilerin görüntülerine heves ediyorlar. Öylesi şiir, roman, resim olur elbet, ama böyle olduğu için “öz”ün, “biçim”i belirlediği tanıtlanabilir mi?
Şu soru sorulmasın mı? Peki, belli bir özden niçin çeşitli biçimler çıkıyor?

Ben sanıyorum ki, bir sanatçıyı en başta ilgilendiren sorun, sanatının incelikleri, tekniği, anlatım gücü, o türdeki en ileri çizgi, varsa geleneğin aldığı yeni nitelik gibi şeylerdir, eğer bunlar tümden “biçim” diye adlandırılıyorsa! "biçim”dir. Bir sanatçının ne yapmak istediğini ancak bunlara bakarak değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Yoksa, “Ben önce özümü seçeyim, ondan sonrası kolaydır” düşüncesinin, “Ben biçimi bulursam, elbet bir öz gelip onun içine girer” düşüncesinden bir ayrımı kalmaz.

Böyle düşündüğüm için ben, “öz-biçim” konusunda bir “biçimci” diye mi adlandırılacağım şimdi? Doğrusu, ona da inanamıyorum. Neden derseniz, “öz”den, ya da “biçim” den birini yeğlemek durumunda bulmamışımdır hiç kendimi. Daha açığı, bir sanatçı için, böyle bir sınırlama ile ele alınan bir sorun olmadığı kanısındayım. Gelmiş geçmiş büyük sanatçıları bu açıdan inceleyince, onlarda “biçim”mi, yoksa “öz”mü öndedir, anlayamıyorum. Elbette bütün sanatçıların, sanatla uğraşmayanlara, ister seçkinler olsun, ister halk olsun, kimi duygular, kimi düşünler verdiğini biliyorum; ama bu sonucu elde etmek için onların, kendi sanatları ile, sanatlarının başkalarınca bilinmeyen, bilinmesine pek de gerek olmayan girdisi çıktısı ile didişmiş olduklarını görüyorum.

Bir sanatçının ilgi alanında o kadar çok olay, düşün, düş ve tasarı vardır ki, bunlardan hangisinin öze, hangisinin biçime gireceğini kestirmek olanaksızdır. Bizim “biçim” diye adlandırmak istediğimiz şey, bakarsınız ki, sanatçı için “öz”dür, ya da tersi. Sanatçıların, içinde yaşadıkları çağın düşüncelerini, inanışlarını, bizim “biçim” dediğimiz şeylerle değiştirdiklerini de gözden uzak tutamayız.

Tragedya bir biçim miydi, yoksa öz mü? Rönesans mimarlığında Gotik’in yüksek kulelerinden, düz ve yaygın yapıta geçiş, bir biçim değişikliği miydi sadece, yoksa öz değişikliği mi ? Minyatürden, boyalı ve derinliği olan resme geçiş, bir biçim evrimi miydi, yoksa öz evrimi mi ?

Soruları sudan soruyoruz. Bildiğimce, başka ülkelerde sanatçıların böyle bir sorunla uğraştıklarını sanmıyorum.

“İŞTE KAR YAĞIYOR”
Melih Cevdet Anday / Milliyet Sanat / 1975
Yabancı bir dile çevrilme sırasında, şiirlerimin kimi yerlerini, benden açıklama isteyen çevirmenlere anlatamadığımı görüp düşünmüşümdür. “Şaşmışımdır” demiyorum, çünkü yazarken beni şiirsel amaca götürecek sözcüklerin kimi zaman, üst üste yığılıverdiğini bilirim. Bunlardan her biri, kendisini kesin anlaşılırlığa kavuşturacak bir tümceyi gereksemeden, ötekinin yanı başına yerleşmek isterdi. Böylece okuyan ya da onu başka bir dile çevirmeye kalkan, her şeyden önce kafasında düzenli tümceler kurmaya kalkıp da bunda başarıya eremediği zaman, ozanından açıklama istemek zorunluluğunu duyuyordu. Başka bir deyişle okur, her şiiri “mantıklılaştırmak” ister, bunu yapamazsa “anlam”ı çıkaramamış durumda sayacaktır kendini. İkinci bir olasılık da var elbet onun için: Kendisi anlamı bulamamış değildir, okuduğu şiir anlamsızdır.

“Üç Kız Kardeş” oyununda Tuzenbah, şöyle der Maşa'ya: “İşte kar yağıyor... Bunun anlamı ne?” Şiir, genellikle sanat yapıtı, insan elinden çıkmadır; onun anlamı üzerinde konuşurken “kar yağması” gibi bir doğa olayına geçişim yadırganmasın. Belki doğada aramasak bile, anlamı sanat yapıtında bulmak isteyişimiz daha doğal sayılacaktır. Ama böyle bir ayrıma girmeden de söyleyebiliriz ki, “us”, doğa karşısındaki algı biçimini, bir sanat yapıtı karşısında da deneyebilir.

Nitekim Aldous Huxley, “Karamazof Kardeşler” için şöyle yazmıştı : “Bu roman öylesine tutarsızlıklarla doludur ki, onu doğadan ayırdedemeyiz.”

Şiir “süslenmiş düzyazı” olmaktan kurtulunca bu sorun çıktı ortaya, geçmişi pek eski değildir. Nitekim eskiden “anlaşılmayan şiir” diye bir şey yoktu. O ya bir öyküydü, ya da duygulu bir tümce. Anlaşılmayan sözlere kutsal kitaplarda, evliyaların ermişlerin söylediklerinde rastlanırdı ve o zaman tanrının niyetini anlamak için yoruma gidilirdi.

“Süslenmiş düzyazı” mantıklı bir sözün şiir kılığına sokulması demektir. Ne demektir “şiir kılığı”? Ölçülü uyaklı bir benzetmeler demeti. Bizde bunu açıkça yazan Tevfik Fikret'tir… O giderek düzyazının şiirden daha güç olduğunu söyler, çünkü “süs”, tümcenin düşün eksikliklerini örtermiş. Bu durumda konu tam tersine döndürülmüş oluyor: Düzyazıda (biz ona “tümcede” diyelim), gerekli olan “düşün” kolay bulunur türden bir şey değildir, eğer biz onu benzetmelerle, söz ve ses oyunları ile sarıp sarmalarsak, okura korkmadan sunabiliriz, hoşa gider. Bunu söyler Fikret. Böylece şiir, anlamı varmış gibi gösterilen boyalı bir tümce olur çıkar.
Demek anlam konusu, bir bakıma, bir “tümce” konusu sayılabilir.

Gerçekte de tümcenin tanımında “anlam” baş ögedir, anlamı tümlenmiş bir sözcükler demetidir tümce; tümlenmiş olma özelliği mantığın kurallarına göre gerçekleşir. İmdi, eski şiirle modern şiir arasındaki ayrımı, bu tümce yapısı açısından araştırmakta yarar vardır diye düşünüyorum. Eski şiir bize anlamı tam bir tümce sunar, modern dediğimiz şiirde ise bunun her zaman uygulanmadığını görüyoruz. Dahasını söyleyeyim, biz eski bir şiiri, modern beğenimizle değerlendirmeye kalktığımızda, onun bu “ tam bir tümce” olma özelliğini bozarak işe başlarız.

Divan şiirinin, Yahya Kemal'den sonra, modern bir yoruma uğratılışında çoğun bu yöntem işlemiştir. Bir örnek üzerinde durayım. Bakî'nin:

Her yâneden ayâğına altın akıp gelir
Eşcâr-ı bağ himmet umar cûy-bârdan

beyiti, bir ara, şiire düşkün arkadaşlar arasında dilden düşmez olmuştu, ama yanlış söyledim, dilden düşmeyen bu beyitin sadece birinci dizesiydi,tümü değil. Çünkü iki dize birden okunup anlamlandırılınca ortaya tam, eksiksiz bir tümce çıkıyor ve bu tümce ilk dizenin tadını kaçırıyordu.

Beyitin anlamı şöyle: “Ağaçlar akarsudan yardım dileyince, akarsu da onların ayağına altın akıttı, böylece onlara yardım etti. “Oysa ilk dizenin tek başına okunuşunda, güz mevsiminin rengini veren olağanüstü bir görünü çıkıyor ortaya, altın rengindeki yaprakların akıp gelişi. Ama bu akıp geliş,” Ağacın yardım dilemesi üzerine akarsuyun yardıma koşması” biçimine sokulunca, işin tadı kaçıyordu. Eski şiirlere anlam verilirken, çoğun böyle bir modern yorumlama katılır araya habersizce. Yunus Emre'nin başına da geldi.

Divan ozanı tümceyi tamamlamak zorundaydı. Bakî, çok severek yazdığı anlaşılan (kim bilir, doğru mu?) ilk dizeyi orada bırakamazdı.

Sözgelişi, Ahmet Haşim ise,

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak

dizelerini yazdıktan sonra, ne “merdiven”i, ne “yaprak”ı, ne de “ağlama”nın nedenini açıklamak zorunluluğunu duyacaktır, başka bir deyişle tümceyi tamamlamayacak, mantığın buyruğuna boş verecektir şiirde. Ama gene de bu “merdiven”in ne olduğunu soranlar vardır. Onlara “hayattır” diye karşılık verilir. Böylece güçlük ortadan kalkar.

Bu yazıda ortaya koymaya çalıştığım ölçütü, bir değer yargısı ölçütü olarak değil, iki türlü şiirin bir açılımı olarak değerlendirmeye çalıştım.






ŞİİRİN ANLAMI

Ataç, şiir üstüne yazar ya da konuşurken, sık sık, “yapı”sözcüğünü kullanırdı; sözgelişi, “Ozan, sözcüklerle bir yapı kurar,” derdi. Burada “yapı” sözcüğü ile anlatılmak istenen, ilk bakışta ve hele şiir sorunlarına yabancı olanlarca sanılacağı gibi, şiiri eskilerin deyişiyle bir “abide” saymak, böylece de onu göklere yükselen ölümsüz bir kalıt olarak övmek değildir. Başka türlü söylemek gerekirse, “şiirin yapısı” sözünde bir mecaz yoktur; buradaki benzetme, düpedüz taştan, tuğladan, demirden yapılan yapılarla, sözcüklerden kurulan şiir arasındaki öz birliğini göstermek amacını gütmektedir. Eskilerin “inşa” sözcüğü de bu anlamdadır, ama düzyazı için kullanılmıştır.

Gerçekten de şiirin, temeli, dengeli, bir ucu öteki ucunu tutar, ağırlıkları eşitçe dağıtılmış, kendi içinde kendine benzeyen, özdeş öğelerden kurulduğu için benzerlikleri dönerek yineleyen, sayıca da düzenli bir yapıda olduğu yadsınamaz. Ancak bu yapı, her şiirde kolayca gösterilemez ve bütün ayrıntıları ile gösterilemez. Ayrıca “şiirin yapısı” sözünden, bütün şiirler için, her çağda ortak ve uyulması gerekli bir kurallar toplamı anlaşılamayacağı için, kendi çağımızın ya da kişiliğimizin beğenisine uygun belli bir yapı düzenini, bütün şiirler için aramak ve istemek, bulamayınca da onları yapısızlıkla suçlamak yanlış olur. Hele eskiler, ölçü ile uyaktan başka yapı gereci bilmeyenler, çağdaş şiirleri baştanbaşa düzensiz, bizim konumuz olan sözcükle söylemek gerekirse “yapısız” buluyorlar, “Bunun başı sonu tutmuyor!” diyerek yeni şiirleri alaya alıyorlar. Gerçi ölçü ile uyak da şiiri bir yapıya sokar, daha doğrusu, onu bir yapısı varmış gibi gösterir; ama şiirin yapısını ölçüden, uyaktan başka yerde aramak gereklidir, çünkü ölçü de, uyak da bizi aldatabilir, yapısız olan bir şiiri bize yapılı gibi gösterebilir., böylece gerçekte anlamadığımız bir şiiri sanki anlamışız sanısına kapılırız. Çünkü bir şiirin anlamı da, gerçekte şiirin yapısından başka bir şey sayılmamalıdır. Bir ev, bir fabrika, bir tiyatro yapısı karşısında, Ben bunun anlamını kavrayamadım” demektir. Bunun gibi, şiirin biçimi, yapısı da onun anlamını, gerçek anlamını belirtir, ortaya koyar.

Bizdeki anlamsız şiir tartışmaları, belki bir de bu nedenden ötürü, çoğun verimsiz oluyor, karanlıkta kalıyor. Çünkü şiirde biçimden bağımsız anlam arayanların karşısına dikilen birtakım ozanlar, biçim - yapı kaygısı taşımadıkları için, anlamı ya düpedüz yoksuyor ya da şiirlerine koydukları anlamların ancak ileride anlaşılacağını söylüyor ki, bunların ikisi de, şiirde biçimden bağımsız anlam arayanların anlayışından hiç de başka değildir, başka türlü yorumlanamaz.

Şiirin yapısından anlamayan, anlamadığı için de gerçek şiir güzelliğine varamayan okur, nasıl şiirdeki sözcüklerle gizli kapaklı ya da üstü örtülü olan anlamı ortaya çıkarmakla görevli sayıyor ve bunu başaramayınca elindeki şiir anlamsızlıkla adlandırıyorsa, tıpkı bunun gibi, şiirin anlamıyla birlikte doğduğunu bilmeyen ozan da, “şiire ayrıca bir anlam kondurmak gerekli midir, değil midir?” biçiminde ortaya attığı bir soruyu, “Hiç de değildir,” diye yanıtlayarak anlamsız olabilmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Gerçekte bu iki anlayış, o çeşit okurla bu çeşit ozanın anlayışları, karşıt değildir; olsa olsa bunların ikisi de şiire karşıttır.

(...)

Hiç yorum yok: