1965 ya da 1966 yıllarından birindeydi, Kemal Özer'den bir mektup
aldım. Paris'teydim. Attila Tokatlı ona bir Yunan ozanından söz etmiş,
adı Yannis Ritsos'muş.
Bu ozanın, Aragon'un yönettiği 'Lettres Françaises' dergisinde birkaç
yıl önce uzun bir şiiri yayınlanmış. Şiirin yayınlandığı sayıyı bulup
kendisine göndermemi, şiiri çevirtip 'Şiir Sanatı' dergisinde
yayınlayacağını yazıyordu.
Bir Fransız arkadaşımla birlikte derginin yönetim yerine gittik.
Eski sayı ciltlerini taradık, sözü edilen şiiri bulduk. Ama görevliler o
sayıdan ellerinde iki nüsha kaldığını, bu nedenle dergiyi
veremeyeceklerini söylüyorlardı. O sıralarda fotokopi işleri bu denli
yaygın mıydı? Ansımıyorum. Bu nedenle dergiyi almak için direttik.
Sonunda, 'Verilmesine ancak Monsieur Aragon karar verebilir' dediler.
Şanslı bir günümmüş anlaşılan, Aragon'un yanında kimse yokmuş, beni
kabul etti. Aragon'un odasına girerken heyecandan dizlerim titriyordu.
Aragon, bana:
'Bu sayıyı neden bu kadar ısrarla istiyorsunuz delikanlı?' diye sordu.
'İçinde bir şiir var,' dedim, 'bizim dile çevirip bir dergide yayınlayacağız.’
'Hangi şiiri, hangi dilde?'
'Yannis Ritsos'un şiirini, Türkiye'de.'
Aragon'un yüzündeki şaşkın mutluluğu anlatamam. Aragon, beni içeri getiren kişiye:
'O dergiyi bu delikanlıya verin,' dedi, 'en iyi böyle bir işe yarayabilir.'
Yolda şiiri okudum. Şimdiye kadar okuduğum şiirlere benzemiyordu,
eski gibiydi ama yepyeniydi, bir şey söylemek istemiyormuş gibiydi, ama
çok şey söylüyordu. Dergiyi Kemal'e istemeye istemeye gönderdim. Şiirin
çevrilip çevrilmediğini bilmiyorum, ama hiçbir yerde yayınlanmadı.
Ritsos'un başka şiirlerini okuyabilmek için
1969 yılına kadar bekledim. Ama onun şiir evrenine ancak 'Taşlar,
yinelemeler, parmaklıklarla girebildim. Böylece, 1971'den itibaren, onun
şiirlerini çevirmeyi yaşamımın önemli görevlerinden biri olarak kabul
ettim.
Hele yaptığım çevirileri yunanca asıllarıyla karşılaştırıp düzeltmek
için benden vaktini esirgemeyen Ioanna Kuçuradi'yi tanıdıktan sonra bu
kararım kesin bir süreklilik kazandı. Ritsos'un
şiirini, yaşamını, onurlu, yenilmez ve örnek varlığını okurlara ve
özellikle benden genç meslektaşlarıma tanıtmak, örnek olarak sunmak
başlıca çalışma amaçlarımdan biri durumuna geldi.
Ritsos'la Taşlar, Yinelemeler,
Parmaklıklar'ın Türkiye'de yayınlanması sırasında mektuplaşmaya
başladık. Yazdığı ilk mektubunun tarihi 17 .2.1978. O yılın ağustos
ayında Karlova: (Sisam adası) ziyaretine gittim. 79 ve 80 yıllarında
ikişer kez Atina'da buluştuk.
12 ekim 1980 günü, Atina'daki evinden ayrılırken:
'Yazın gelecek misin?'' diye sormuştu.
'Evet, Ülker ve Tan'la birlikte Karlovassi'ye', demiştim.
Sonra, nisan ayı içinde bir gün (1981) İlhan Berk'in Istanbul'daki
evinde, da içkinin verdiği cesaretle, gece yarısından sonra saat ikide
(0 saatte genellikle çalışır) Atina'ya telefon ettiğimde de aynı şeyi
konuşmuştuk. Benim için, kaç yıldır tatil yapmak, dişimden tırnağı
arttırıp, Atina ya da Karlovassi'ye gitmekti. Onunla bir kaç cümle
konuşma kaç saat yanında bulunmak, düşüncelerini dinlemek benim için
vazgeçilmez bir gereksinim olmuştu. Bunun benim için sakıncaları da
vardı: böylesine böylesine ozanla dostluk etmek, şiirlerini çevirmek
beni onun uydusu durumuna getirebilirdi. Bunu önlemek için büyük çaba
harcadığımı itiraf etmeliyim. Bu kuşkumu kendisine açtığım bir gün:
'Dünyada ozanlar vardır, ozan aileleri vardır. Biz seninle aynı
aileden olabiliriz. Başka aileler de vardır. Tedirgin olmana gerek yok,
bildiğim kadarıyla senin şiirin kendi şiirin. Ama bu aynı aileden
olmamızı engellemez,' demişti.
Bu yaz da Ülker'le birlikte gene yollara düştük, ilkin Komotini'den
telefon ettim, çalışıyordu; Atina'dan telefon ettim, gene çalışıyordu.
28.8.1981 akşamı Hydra adasından telefon edince:
''Planladığım çalışmalarımı bitirdim.Şimdi seninle Ülker'i bekliyorum, 4 ve 8 eylül tarihleri arasında'' demişti.
''İkarus'' adlı gemiyle Karlovassi'ye gelince, hemen otelden telefon ettim. Evde konukları vardı.
''Yarın akşam yemeğe gelin,'' dedi.
''Olur,'' dedim.
''Oğlundan bir mektup var sana . Amerika'da göndermiş. Bana da yazmış.''
''İyi'' dedim, ''yarın akşam gelince alırım.''
''Hayır,''
dedi, ''yarın akşam birlikte yemek yiyeceğiz ama siz sabah onda gelin.
Konuşuruz, kahve içeriz. Ayrıca bir program yaptım : daha sonra bir
seramik ustasının atölyesine gideceğiz. Oradan Potami'ye yüzmeye
gideriz, öğle yemeğini de orada yeriz.''
Ertesi gün otelden saat dokuzda Çıktık. Ritsos'un
epeyce uzak olan evine yaya gidecektik. Karlovassi epeyce değişmişti.
Ama her zamanki gibi yeşildi. Özellikle begonya yaprakları, sırık
fasulyeleri devsel boyutluydu. Yolda yürürken daha önceki
görüşmelerimizde söylediklerini ansımaya çalışıyor, konuşmamızı kendi
kafamda planlamak istiyordum. Neler söylemişti daha önceleri?
''Bir şiir için ifade ettiği anlama göre bir karar veremeyiz. Önemli
olan onun ilkin şiir olmasıdır. Bir metin şiirse bir şey ifade eder;
metnin içinde metnin içinde doğru ve haklı düşüncelerin yer alması onun
şiir sayılmasına yetmez.
Durmadan, hiç durmadan çalışmamız gerek, biz ancak çalışarak
kendimizi keşfedebiliriz, kendimizi keşfettikçe de evreni keşfederiz.
Bir
şiir için dize yapısı çok önemlidir. Bir sözcüğün yeri rasgele
değiştirilemez. Çeviride de buna dikkat etmek gerekir. Hele benim
şiirlerimde.
Bir ozan sadece yapmayı düşündüğünü yaparsa başarıya ulaşmış sayılmaz, yapmayı düşündüğünü aşmalıdır.
Şiirden
para kazanmayı hiç düşünmedim. Bana hep utanılması gereken bir şey gibi
gelirdi. İnsan tanrıya dua ediyor diye ödüllendirilmek isteyebilir mi?
Ama 49 yaşımdan bu yana şiirlerimin geliriyle yaşıyorum.
Bana çok yazdığımı söylüyorlar. Ama Homeros'un kaç dize yazdığını,
Aiskhylos'un, Sofokles'in kaç oyun yazdığını düşünmüyorlar. Çalışmak bir Yunanın karakteridir, tembel bir Yunan olamaz.
Kadınların şiirsel içgüdüleri erkeklerden daha güçlüdür.
Nazım gösterişi sevmezdi, alçakgönüllüydü. Somutlaşmış bir iyilikti.
En çok Dostoyevski'yi severim, ondan sonra Proust, Joyce ve Faulkner gelir.
Fransız dili kemikleşmiştir. Benim şiirime genç Türk dili daha uygundur.
Denizin içini değil, yüzeyini severim. Doğal bir durum. Su insanın doğası değildir. İnsanın doğası topraktır.
Yunan mitolojisinde çağdaş öğeler vardır. Zaten bütün evrensel
mitolojilerde bu özellik vardır. Böyle durumlarda, şiirde, tarihsel
transposition'lar yapılabilir. Bu, şiirin okurla sıcak ilişkiler
kurmasını sağlar. Evrensel mitoloji şiiri, sanat yapıtını ne kadar
açarsa, yerel mitoloji de yapıtı o oranda kapatır, bilmeceleştirir. Ama
evrensel Yunan mitolojisinden yaralanmak sadece bizim tekelimizde
değildir, bildiğiniz gibi, yüzyıllardır Batı'ya esin kaynağı olmuştur.
Yunan-Roma-Hıristiyan kültüründen gelmeyen uluslar için durum biraz
zordur, ama Yunan kültürünün en evrensel değerleriyle Anadolu kültürü
arasında bazı ilişkiler bulmanız zor olmasa gerek."
Ritsos'un küçük bir bahçe içindeki bal
peteği biçimli küçük evine gelince, bahçe kapısıyla dış kapının açık
olduğunu gördük. Pencereden masanın başında çalıştığı görülüyordu.
"Büyük bir incelik." dedi Ülker, kapıların böyle açık bırakılması. İlk geldiğimizde de böyleydi. Bütün ışıklar yakılmıştı.
Ritsos, bu arada bizi gördü ve kapıya çıktı.
Çalışma odasına girdik. Masasının üzerindeki bütün defterler kapalıydı.
Dediği gizi çalışmasını bitirmişti. Şimdi deniz kıyısından topladığı
taşlara resim yapıyordu. Taşları gösterip:
"Size on iki taş vereceğim," dedi. Ve hemen seçmeye başladı.
"Seramik atölyesine gidince de kendi yaptığım bir tabağı vereceğim."
Huyunu artık öğrenmiştim. Havadan sudan pek konuşmazdı, Ne konuşmamız, ne yapmamız gerekiyorsa, söze hemen oradan başlardı. Ritsos,
Ülker'e taşları verirken odaya göz attım. Büyük bir değişiklik gözüme
çarpmadı: orta büyüklükte, alçakgönüllü bir oda; bir çalışma masası,
masanın üzerinde özenle üst üste dizilmiş kitaplar, defterler, mürekkep
şişeleri, kalemler, sol tarafında yüze yakın taş, bir vantilatör, birkaç
ilaç kutusu, mavi renkli bir petrol lambası; uzunca bir sedir, küçük
bir kitaplığın gözlerinde gene taşlar, birkaç çiçek saksısı bir salıncak
iskemle,ortada küçük bir masa, Üzerinde nefis bir dantela, çiçekler ,
her vazonun, her tabağın altında gene danteller, bir dolap ve ayaklı bir
askı. Ve duvarlarda resimler, küçük bir galeriyi dolduracak kadar ve
birkaç büst ve küçük heykel. Atina'daki evi de böyledir. Küçük, sade,
sıcak ve müze. Düzenli ve tertemiz.
''Bak,'' dedi, "benim erotik şiirlerin Fransızca ve İngilizce
çevirileri. incelemem için gönderdi çevirmenler .Yakında Fransa,
İngiltere, Amerika ve Almanya'da yayınlanacaklar kitap halinde.''
Son yıllarda kitapları artık Yunanistan'da yayınlanmadan yabancı
ülkelerde yayınlanıyordu. Fransızca metni bana, İngilizce'yi Ülker'e
verdi. Fransızca ve İngilizce'yi çevirileri denetleyecek kadar iyi
biliyor. Bu iki dili de Yunan aksanıyla konuşuyor, ama fransızlarda bile
görülmeyen ölçüde zengin bir sözcük dağarcığı var. İngilizce'yi de aynı
düzeyde biliyor, ama zorda kalmadıkça konuşmak istemiyor. Yazmanın ilk
sayfasını çevirdim:
EROTICA
Kırmızı majör küçük süit
Gövdenin çıplaklığı
Etin sözü
Bildiğim Ritsos
şiiri biçiminden epeyce değişik üç kitaptan oluşan kocaman bir kitap.
Baktım, gözlerinin içi gülüyor, beni şaşırttığı için hoşnut, kendisinden
böyle bir kitap beklemediğimden kesinlikle emin:
"Artık kocadım, böyle şiirler yazıyorum,'' diyerek gülümsüyor
''Kim kocamış?'' diye söze karışıyor Ülker.
"Ben,''
diyor. ''Ama insan, dünya, evren bir bütündür. Bu bütün içinde ozanın
şiirine girmeyecek hiçbir şey yoktur. Cinsellik de insanın ayrılmaz bir
parçasıdır, öyleyse ozanın ve şiirin de ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak
insan gövdesi öylesine derinlikleri , öylesine yücelikleri olan bir
evrendir ki insan ancak yaşlanarak keşfedebilir bunları. Derinin
gözeneklerini, tek bir kumral kılı, hasta bir yüreği. Çünkü insan, o
zaman, sadece güncel gözüyle değil, bütün geçmiş birikimin gözüyle,
binlerce gözle görebilir .''
O bunları söylerken ülkemdeki konu yasaklamalarını (yönetiminkileri
değil; ozanların, yazarların, eleştiricilerin karşılıklı
yasaklamalarını) düşünüyorum. Bunları 72 yaşında, yıllarca toplama
kamplarında yaşamış, akıl almaz işkencelerden geçmiş, bir özgürlük ve
demokrasi simgesine dönüşmüş ozan söylüyordu. Ama ülkemizde, belli
konuları, belli bir tavırla ele almayan ozanlar, yazarlar küçümseniyor,
aşağılanıyor ve suçlanıyordu. Hele hele reçetelere uygun şiir yazdırmaya
kalkışanlar bile vardı.
Ben bunları düşünürken, Ritsos üç yeni defter çıkardı. Ciltli. ikisi büyük, biri küçük. Bir hattat ustalığıyla, kırmızı ve siyah mürekkeple yazılmış. Birinin adı "Buluşma yeri'', ötekilerin adları Türkçe'ye ancak yaklaşık çevrilebiliyor. Bu yazın ürünü.
"Çok pahalı, bir yığın para verdim." diyor Ritsos defterlerini göstererek. "Kağıt, kalem ve defter tutkumdur benim. En güzellerine yazmak isterim. Bu konuda İtalyanların üstüne yok. Bir de Sovyetler Birliği var, kitaplarının baskısı pek iyi değildir, ama defterleri eşsizdir. Şu küçük defterin kağıdı elle yapılmıştır."
Ben mi açtım, Ülker mi, yoksa kendisi mi?
"Ecevit şiir yazıyormuş, ozanmış, öyle mi?" diye soruyor.
"Evet." diyorum.
"Ama bir ozan Kıbrıs için nasıl emir verebilir?"
"Devlet adamı, ozan çelişkisi bu," diyorum. "Tam bir trajik durum. Ozan emir vermedi, devlet adamı verdi. Müdahale kararının başta Kıbrıs olmak üzere Türkiye ve Yunanistan'a yaralı olacağına inandığı için vermiştir bu kararı. Yunan kültürüne büyük hayranlığı, Yunan halkına büyük sevgisi vardır. Ama böyle bir kara almak zorunda kaldı. Klâsik trajedilerde görülen bir durum. Ayrıca sizin şiirinize büyük bir sevgisi vardır. İngilizce bir kitabınızı verdim kendisine geçen kış, sizi, sağlığınızı, çalışmalarınızı sordu bana."
"Evet, bir Yunan gazeteci de söyledi bana, beni okuduğunu."
"Hocam Türkiye biraz Yunanistan'dır, Yunanistan'da biraz Türkiye. Öyle değil mi? Ben kendimi hep ülkemdeymişim gibi hissediyorum burada. Türk olduğumuzu öğrenen halk bize ailedenmişiz gibi davranıyor."
"Doğru, Yunan ve Türk halkları birbirinden ayrılamaz. Yunan halkı son yıllarda Türk halkı için çok üzülmüştür. Bakma sen politikacılara."
"Son yıllarda benzersiz acılar yaşadık. Binlerce gencimiz öldü, şimdi binlercesi hapishanede. Olanlar olmayabilirdi."
"Bireysel terör insanlık suçudur. Bir toplumcu, bir ilerici kendi halkını asla öldürmez. Bu tür davranışlar uluslararası emperyalizmin. kapitalizmin işine yara."
"Biz de Yunanistan için acı çekmiştik bir zamanlar."
"Bundan doğal ne olabilir? İki halk gerçek dosttur, kardeştir, tabanda sağlam bir sevgi vardır."
Birden, Ekim 1980'i düşünüyorum. Atina'daki evde genç İran'lı bir ozan vardı.
"Yunan ve Türk halkları bunca düşmanken siz nasıl rahat.a Ritsos'un çevirilerini yayınlayabiliyorsunuz?" diye sormuştu bana.
Ben yanıtlamadan Ritsos yapıştırmıştı:
"Düşmanlık sözü saçma, iki halk dosttur."
Ben bunları düşünürken avluda tavuklar gıdaklamaya başladı. Müthiş bir şamata. Ritsos'a baktım, sinirleniyor mu? Hayır umurunda bile değil. Derken ayağa kalktı.Ben, tavuklara "kişt" diyeceğini sandım, oysa o önce bahçeye bakıp sonra pencere panjurunu kapattı.
"Bayan Falitsa neredeyse gelir." dedi.
"Bu evde mi gözaltında yaşadınız?" diye sordu Ülker.
"Evet bu evde. Ama toplama kampları bir bakıma daha iyiydi. Orada konuşabiliyordum, tanıdıklarım, dostlarım vardı. Buradaysa evi polisler sarmıştı. Evde radyo, televizyon, telefon yoktu, gazete ve mektup falan yasaktı. Günde üç kez yürüyüşe çıkıyordum, polislerle birlikte. Halkın bana selam vermesi, benimle konuşması yasaktı. Denize gittiğim zaman iki yanımda yüzer metrelik boşluklar oluşuyordu. Karım ve kızımın dışında konuşacak kimse yoktu. Her şeyi göze alıp benimle konuşmaya gelen bir köylünün sağlam yerini bırakmadı polisler."
Birden Bayan Falitsa'nın bizi seramik atölyesinden, saat ikide
alacağını anımsadık. Bayan Falitsa'yı anlatmanın şimdi tam sırası: tıp
doktoru Bayan Falitsa, patoloji, çocuk ve iç hastalıkları uzmanı.
Sabahın sekizinden akşamın onuna kadar hasta kabul ediyor, hastalarını
dolaşıyor.. Evden de o sorumlu: yemek pişiren o, ustanın sağlığına
dikkat eden o, ustayla birlikte gidip onu Atina'daki eve yerleştiren o,
üç ayda bir Atina'ya gidip evi düzenleyen o, bize kahve ve reçel sunan
o, bizi arabayla plaja götüren o, gece ondan sonra yemek hazırlayan o.
Hep o. Nasıl dayanabiliyor böylesine yoğun ve zorlu yaşama? Ritsos'la 1945 yılında tanışmışlar, Bayan Falitsa tıp öğrenicisiyken. Ritsos toplama kampından dönünce 1954 yılında evlenmişler. Ritsos
bu dönemle ilgili olarak "duygusal bağlarımızı sürdürdük" diyor.
Olağanüstü bir insan Bayan Falitsa, yeryüzünde bir benzerinin
bulunabileceğini sanmam. Bunca işi arasında bize imambayıldı yapmak
inceliğini gösterdi. Nefisti.
Ritsos odanın öteki panjurlarını da kapattı.
Seramik ustasına gitmek üzere dışarı çıktık. O sırada, kim göndermiş
bilmiyorum, kocaman bir çiçek getirdiler. Yolda karşılaştıklarımız Ritsos'u
büyük bir sevgi ve saygıyla selamlıyordu. Üç yıl önce, ozanın
büyüklüğünü için bana dağları gösteren kahve garsonunu anımsıyordum.
Denize paralel yolda yürüyorduk.
"Gelin size koltuğumu göstereyim." dedi Ritsos.
Akşamın
belli saatlerinde deniz kıyısına gelip oturduğunu gören insanlar, rahat
etmesi için ona beton bir koltuk yapmışlar. Ama kışın kabaran deniz ilk
koltuğu yerinden sökmüştü. Şimdi yeni yaptıkları daha korunaklı bir
yerdeydi, birincisinin kalıntısı da yanında duruyordu. Ozan zaman zaman
buraya gelip, denizi, günbatımını seyredip dinleniyor, şiir kuruyordu
belki. Tıpkı Vitoşa tepesindeki kayasından Sofya'yı seyredip yurtsever
şiirler yazan İvan Vazof gibi. Sofyalılar şimdi bu kayayı bir parka
getirmişlerdi.
Gittiğimiz atölyede Vasili (baba), Maria (ana) ve Yannis (oğul) çalışıyorlardı. Ritsos şiir çalışmaları bitince buraya gelip seramik çalışıyordu. Halk işi seramik. Ritsos
bu sanatı tanıtıp desteklemek için kendi yaptığı tabaklarla (tabakları
resimliyordu) bir segi açacaktı. Bu sergiye çalışıyordu. Oğul Yannis hemen boyaları ve önlük getirdi. Ritsos benim elime de bir tabak tutuşturdu. Ama pek beceremedım. Ülker çok iyi şeyler yaptı. Baba Vasili gelip Ritsos'a
bir şeyler sordu. Bizi sorduğunu sezinledim. Aldığı cevap yüzünü
aydınlattı Vasili'nin. Bana Alaçatı'yı bilip bilmediğimi sordu.
Annesi-babası oralıymış.
''Biliyorum,'' dedim. 'İzmir'le Çeşme arasındadır: Çok severim. Dün oradan söz ediyorduk.'
Gerçekten
de öyle. Olağanüstü bir çarşısı vardır Alaçatı'nın. Mimarisi bozulmamış
bir kasabadır. Vasili çok sevindi, kasabasını bilmemiz hoşuna gitmişti.
Zaten tanıdıklarımızın çoğu Türkiye kökenliydi. Theodorakis'in annesi
Çeşme'liydi. Theodorakis ''Çeşmes'' diyordu. Ressam Yannis
Apostolopulos'un babası İzmir'li, annesi Foça'lıydı. Ozan Steilos
Geranis'in babası Kuşadalıydı. Başka biri Urla'lıydı. Sökeli, Konyalı,
İznikli, Ayvalıklı, vb. Vasili, karısı, oğlu, hepsi, taşıyamayacağımız
kadar armağan ver mek istiyorlardı.
Saat ikide Bayan Falitsa geldi, bizi arabasıyla Potami kıyısına götürdü. Bizi bırakıp Karlovassi'ye, hastalarına döndü...
Deniz kıyısındaki turistler de tanıyorlardı Ritsos'u, birbirlerine gösterip saygıyla. Selamlıyorlardı. Ritsos
soyunda. Yetmiş üç yaşına karşın çok biçimli bir vücudu vardı.
Zorlamasıyla bu yıl, ben de(ilk kez denize girdim. Kalbinden rahatsız
olduğu için doktorlar hareket etmesini yasaklamışlardı denizde. Denizin
üzerinde sırt üstü duruyor gibiydi, ama yavaş yavaş açılıyordu. Denizden
çıkıp kurulanırken bu yaz iki kilo aldığını söyledi. "'Kızımı ve
Falitsa'yı yemek yerken görünce dayanamayıp ben de yiyorum" dedi.
''Bu sabah kaçta uyandın?'' diye sordu.
'Beşte,'' dedim, ''ben uykuyu sevmem, en fazla beş saat uyurum,'' dedim.
''Ben
de fazla uyumam,'' dedi, ''Özellikle uzun şiirlerime çalışırken
uyuyamam. Sünger Avcıları'nı yazarken on beş gün boyunca en fazla yirmi
saat uyudum. Şiiri bitirdiğim zaman gözlerim görmez olmuştu, ayakta
duramıyordum. Uyumamak doğallaşmıştı sanki. Karımın zoruyla uyku hapı
aldım yaşamımda ilk olarak. İçtim ve on iki saat uyudum. Gözlerim iyi
görür, iyi anlar. Şiirlerimde de görülür bu. Makronissos'ta işkence
sırasında en çok korktuğum şey kör olmaktı. Bütün korkuları yenmiştim ,
ama bu korku hala içimdeydi. Bir gün kafama vurdular, gözlerim görmez
oldu bir süre; o zaman, körlüğe de dayanabileceğimi anladım. Gördüğüm
şeyleri tekrar düşünmeme engel olamazlardı ve ömrümün sonuna kadar
yetecek şeyler görmüştüm. O zaman körlük korkusunu da yendim."
Bu sırada, Ülker denizden çıkıp yanımıza yaklaştı. Ritsos'un bu sabah ilk kez yaşlılıktan söz etmesi dokunmuştu ona.
''Kendinize haksızlık ediyorsunuz,'' dedi, ''sizi gören kimse inanmaz sözlerinize. ''
''Bilmem,'' dedi, ''ama ben her sabah genç uyanıyorum. Ama sıfır
yaşında değil, bütün birikmiş yaşımla, dünyanın bütün yaşıyla genç
uyanıyorum.''
Lokantada bamya ve makarna ısmarladık. Bize şarap,
kendisine pepsi söyledi. Ben Ülker'e on beş günlük uykusuzluğu
anlatıyordum. Çünkü o konuşmayı dinlememişti. Ritsos, nereden anladı bilmem:
''Evet,'' dedi, ''ilaçla vücuduma egemen olmak istemem. Kendi
vücudumu irademle yönetmek isterim. Kendi gövdeme bir araç, bir ilaç
vasıtasıyla egemen olmak istemem. iki kez prostat ameliyatı oldum.
Albaylar döneminde Atina'ya gitmeme izin çıkınca, bir hastaneye telefon
edip yer ayırttım. Kan işiyordum. Dört gün ilaç alıp sakinleşmem
gerekiyor muş ameliyattan önce. İlaca karşı tepkim nedeniyle profesörün
verdiği sakinleştirici hapı içmiyordum. Doktor son gün sordu: 'Bay Ritsos verdiğim
hapı içiyorsunuz, öyle değil mi?' Ben daha yanıtlamadan, yanımızda
duran hemşire: 'Hayır efendim içmiyor' dedi. Bunun üzerine profesör:
'Sağlıklı bir ameliyat yapabilmemiz için hiç olmazsa sonuncusunu
içmelisiniz', dedi. Onu da içmedim. Ertesi gün ameliyathaneye
götürdüler, lokal anestezi yaptılar, belimden aşağısı uyuştu.
Çalışmalarını film seyreder gibi seyrediyordum. Doktor: 'Kendinizi nasıl
hissediyorsunuz? Bir isteğiniz var mı?' diye sordu. 'Gayet iyiyim,'
dedim, 'Bir isteğim var ama söylemeye çekiniyorum.'
Doktor, 'Çekinmeyin, çekinmeyin, söyleyin', dedi. 'Mümkünse bir sigara içmek istiyorum' dedim. 'Bir sigara verin Bay Ritsos'a,'
dedi, 'hiç olmazsa ameliyat sırasında sigara içen ilk hastamızı da
görmüş oluruz.' Sigarayı yakıp verdiler, sigara içe içe ameliyat
oldum.''
''Hocam, ilaç içmiyorsunuz, peki hiç sarhoş oldunuz mu hayatınızda?'' diye sordum.
"Kalbim
hasta,'' dedi. "Bir onun için ilaç kullanıyorum. Sarhoşluğa gelince,
hayatımda birkaç kez gerçekten sarhoş oldum. Ama şiir yazmak için, bazı
engelleri aşmak için, bir şeyi kutlamak için içki içip sarhoş olmaya
gereksinim duymuyorum. Şiir yetiyor. Şiiri yirmi dört saat yaşamak
gerek. İçki araya kesinti sokar: Kırk sekiz yaşıma kadar 24 saatimi
bölen engeller vardı: avukat yanında yazmanlık, sanatoryum, tiyatro,
toplama
kampları, sürgün, bir yayınevindeki işim. Kırk sekiz yaşımda, telif
ücretlerimle yaşayabilmek olanağı çıkınca, bir çekingenlik duydum. Acaba
çalışma odama çekilip dünya ile ilişkim kesilince esin kaynağım
kuruyacak mıydı? Kuşkularımın boşuna olduğunu anladım bir süre sonra.
Tam aksine çalışma odam bütün evreni kapsadı, esin kaynağım derinleşti
ve çoğaldı, çünkü artık bütün zamanım şiire aitti. Çalıştığım sürece,
odamdan çıkmadıkça kimse rahatsız etmez beni. Telefonlara cevap vermem.
Süre önemli değildir, çalışmam bitince odamdan çıkarım.''
''Buraya oranla Atina'da daha az vaktiniz vardır.''
"Yok
canım! Orada da öyle. Sinema, sergi, tiyatro ve davetlere gitmem. Beni
ziyarete gelenlerin de sayısı, sınırlıdır. Sabahları erken kalkarım.
Yılda bir kaç kez üniversitede konferans veririm Evet erken kalkarım
sabahları. Bir kahve içerim. Öğleye kadar çalışırım, saat 14'e kadar
falan. Öğle yemeğini yerim. Saat 16'ya kadar gazete, dergi okurum. Ondan
sonra bir kaç saat uyurum. Uyanınca sabahleyin yazdıklarımı düzeltirim.
Akşam yemeğinden sonra ya okurum, ya da gene çalışırım. Yazmıyorsam
gece yarısına doğru uyurum. Yazıyorsam, sınır yoktur.''
''Bayan Falitsa çoğu zaman Karlovassi'de. Atina'da yemeklerinizi kim hazırlar?''
"Ben.
Sabahları sadece kahve. Çalıştığım sürece sigara. Sol elimde sigara.
Ayrılmaz parçamdır. Sağ elimdeki kalem gibi. Daktilo ile yazı yazmam.
Öğle yemeğim meyvedir, ya da domates, peynir. Akşamları yumurta ya da
çorba. Bunları yapmayı beceririm. Cuma akşamları dostlarım gelir alır.
Onların Pire yakınlarındaki evlerine gideriz. Hafta sonunu orada
geçiririm.''
Dikkat ettim, yemek yerken konuşmayı sevmiyordu. Ciddileşiyordu,
yani yemek yemeyi ya yük sayıyor, ya da çok ciddiye alıyordu. Belki de
toplama kamplarının etkisiydi bu. Bu işi fazla uzatmak istemiyormuş
gibiydi. Ama bu konuda soru sormadım.
''Hocam,'' dedim, ''tiyatrodan söz ettiniz, dansör müydünüz, bulvar tiyatrosu muydu çalıştığınız yer?''
"Hayır tam öyle değil, hem komedi, hem klasik tiyatro da oynuyorduk, tabii bulvar da oluyordu.''
O gün gece saat ikiye doğru bizi otelimize bıraktılar. Mutluydum.
Ama içimde bir eksiklik vardı Bu kaçıncı kez bir arada oluyor, şiirden,
sanattan, az da olsa politikadan söz ediyorduk. Konuştuklarımız bir süre
sonra belirsizleşmeye başlıyordu belleğimde, üstelik bu
konuştuklarımızı başkalarına aktarmak, başkalarıyla paylaşmak
istiyordum. Ama Ritsos’un yazılı ya da ses
makinasıyle röportaja kesinlikle izin vermediğini biliyordum.
Konuştuklarımızı aklımda tutup kağıda dökebilirdim,belleği bir fotoğraf
makinasına benzeyen Ülker de bu konuda bana yardımcı olabilirdi. Bunları
ilerde yayınlayabilirdim. Ama böylesine bir davranış pek dürüstçe
gelmiyordu bana. Yaptığım şeye Ritsos’un izin vermesini, bilmesini istiyordum. Kafamda bazı sorular vardı. Bunları Ritsos’a
sormam gerekiyordu, soracaktım. Razı olmazsa, izin vermezse, herkesin
başına gelen benim de başıma gelmiş olacaktı. Çünkü bütün ömrünce bir
kez, 1952 yılında, Prag radyosunun röportaj yapmasına razı olmuştu. Ama
gene de denemekten başka çare yoktu. Ertesi gün bütün cesaretimi
toplayıp:
“Hocam, “ dedim, “size sorulacak birkaç sorum var. Beni tedirgin
eden birkaç soru. Bunlara vereceğiniz yanıtları Türkiye’ de yayınlamak
istiyorum, izin verirseniz. Şiirlerinize, düşüncelerinize büyük değer
veriliyor ülkemizde. 1952 yılında Prag radyosunun sizinle yaptığı
konuşmanın yayınlanması, düşünceleriniz, büyük yankılar yaptı. Yol
gösterici, öğretici bir konuşmaydı. Ama asıl şu anda neler düşündüğünüz
ilgi konusu, bu bakımdan...” Sözümü kesti.
“Ne soracaksan sor bakalım,” dedi.
Kulaklarıma inanamadım, tarihsel bir andı, 30 yıllık duvarı yıkıyordu Ritsos. Elim titreyerek defterimi açtım, elime kalemi aldım, Ülker’e de “Aman dikkatli dinle” diyerek ilk sorumu sordum:
“Nesnel gerçekten ( realite ) büsbütün bağımsız bir şiirsel, daha
doğrusu sanatsal bir gerçek var mıdır? Sanatsal yaratıda nesnel gerçek
ile sanatçının öznel gerçeğinin rolleri nelerdir?”
“Gerçek
sadece duyduğumuz, gördüğümüz şeyler değildir,” dedi, “aynı zamanda
düşleyebileceğimiz şeylerdir,fantastik duygulardır.Gerçeği adlandırmak
tanımlamak çok güçtür, içten dışa, dıştan içe, nesnelden öznele,
öznelden nesnele bir ilişki, bir etkileşim söz konusudur. Karşılıklı
etkileşim vardır. Düş ve fantezi gerçeği ile elle tutulan gerçek aynı
şeydir. Düşlediğimiz, düşleyebildiğimiz gerçek tarihsel gerçekten
ayrılamaz. Öte yandan, sanatsal heyecan, doğa karşısında, yaşam
karşısında duyduğumuz heyecanın aynısı, benzeri değildir. Çünkü yaşamın
gerçeği sanatın gerçeği olurken, sanatsal gerçek olurken bir metamorfoz
geçirir. Bir nesnede sanata özgü niteliklerin bulunması için bu değişim
baş koşuldur. Bu nedenle, bizim estetik heyecanları gerçekten tanımamız
oldukça güçtür; bu heyecanı saptamamız da güçtür. Bir bakıma, “şu
estetik değere sahiptir’ şu estetik değere sahip değildir’ diyebilmek de
oldukça güçtür. Estetiğin soyut niteliğine karşın, onu anlamak’tan, onu
duymak’tan kuşku duyamayız. Estetik alan çok geniştir, çok derindir,
aynı zamanda çok yüksektir. Bu uçsuz bucaksız estetik gerçekte
yasaklanmış duygu, düşünce ve sözcük yoktur. Bu estetik gerçek her şeyi
içine alır, her şeyi kapsar. Yani tarih, sosyoloji, felsefe, aynı
zamanda insan gövdesi, ruh ve zekayı bir bütün içinde, mutlak bir birlik
içinde kapsar.”
“Mitolojiyi günceli ve sonsuzu ekleyemez miyiz bu saydıklarınıza?” dedim.
Mutlaka!
Mitolojiden nasıl yararlandığımı, tarihsel gerçek ve mitolojik
öğelerden şiirlerimde nasıl yararlandığımı biliyorsun. Dini de unutma,
din de ozanın bilgisine girmesi gereken toplumsal bir gerçektir.
Duyumları, izlenimleri, nefis hazlarını, cinsel hazları da cinselliği de
ekle...”
“Erotica’da olduğu gibi mi?”
“Evet, Erotica’ da olduğu gibi.
Estetik gerçek sadece bunları değil, bütün duyguları, duygusallıkları
ve hatta en katı mantığı da içerir. Eğer bunların tümü yoksa estetik
gerçek tamamlanmış değildir. Bu açıdan bakınca gerçeküstücülüğün bir
eksiği, bir suçu olduğunu görürüz, bir yanlışı: Mantık’ı yadsıdı
gerçeküstücülük. Ve mantığı yadsırken daha katı bir mantık
yarattı,sınırlı bir mantık yarattı, mantıksal olmamanın mantığını
yarattı. Bununla birlikte ve bu nedenle, gerçeküstücülük dünya şiirine
bir çok kapı açtı, büyük anlatım ( ifade ) alanı açtı, büyük olanaklar
sağladı; ama gerçek bir yapıt, büyük ve özgün bir yapıt yaratamadı.
Çünkü yaşamın önemli bir yetisini, mantığını bir kenara bırakmıştı.
Sadece düş gördü. Ama başkalarının büyük yapıtı için gerekli hazırlığı
yaptı. Bu yapıtlar gerçeküstücülüğün ve birikimlerinin üzerine kuruldu.”
"Yani hocam, masanın dört ayağı da yere basmış oldu.”
“Evet,
öyle diyebiliriz. Artık masanın üzerine bir çiçek, bir defter
koyabiliriz. Çünkü toprak ve gökyüzü arasında bir ilişki kuruldu.Bak
sana bu yaz burada tamamladığım şiirlerimden birinin bir bölümüyle bir
örnek vereyim:
“Nice nice kara sayılar var,yadsımalar,
çıkarmalar, bölmeler var,
ve aşağıda şiirin köşesinin altında güncel mavi.”
(
Burada, son dizedeki “ şiirin köşesinin altında” yı pek iyi
kavrayamadığımı görünce açıklamaya çalıştı: burada bir aritmetik işlemi
söz konusuydu: bölünen, bölen ve sonuç.Bunun üzerine kalkıp masasına
yaklaştım ve bir boş kağıt aldım, aşağıdaki şekli yaptım:
............./ ...................
__ __ __.__ __ __ __
( M. A. V. İ. )
Baktı. “Evet, doğru,” dedi. “Mavi işte oradadır.”
Gene de pek iyi anlamadığımı düşünerek dizeleri Yunancasını defterime yazmasını istedim. Yazdı.)
Soruma verdiği yanıtın yeterli olduğu kanısına vardım. Daha fazla
yormak istemiyordum. Arka pencere ve yandaki pencereden gelen diri
ışığın aydınlattığı, yaş, acı ve baskı tanımayan yüzü yorgun değildi
ama, dipdiriydi. Şiir üzerine konuşmak heyecanlandırmıştı onu.
Doktorların yasaklaması üzerine günde elliden ona indirdiği ama bizim
gelişimizle on beş, yirmiye çıkardığı yassı sigaralarından birini
ağızlığa geçirip yaktı ve başka sorun var mı? Gibilerden yüzüme baktı.
“İzin verirseniz bir sorum daha var” dedim.
“Bugün 7 eylül
1981 saat 2. Sanatsal ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan
çağdaş ozanı tanımlar mısınız?” Bu sırada çalışma odasının kapısı
çalındı. Kızı. Atina’dan telefonla arıyorlarmış. Ritsos
odadan çıkınca Ülker’e “Tarihsel bir olaya tanık oluyorsun, dedim
heyecanla. 1952 yılından bu yana hiçbir yerde, hiçbir zaman, hiçbir
kimseye böyle bir şey yapmasına izin vermedi. İlk kez 1952 yılında
Prag’da yaptılar, ikincisi bu bizim yaptığımız.”
Bu sırada gülümseyerek içeri girdi Ritsos:
“Biliyorsun,” dedi, “otuz yıldır ilk kez senin sorularına cevap
veriyorum...” “Biliyorum,” dedim, “siz telefonda konuşurken Ülker’e
söylüyordum bunu.”
“Ne sormuştun?”
“Sanatsal ve toplumsal sorumlulukların bilincinde olan çağdaş ozanı tanımlar mısınız? demiştim.”
“Benden isim vermemi isteme.”
“İsimler
söz konusu değil, ozanın sanatsal ve toplumsal sorumluluklarının
bilincinde olan çağdaş ozanın,niteliklerini soruyorum.Sizce neler
olmalıdır?”
“Çağdaş ozanın kesinlikle sahip olması gereken bütün özellikler, her
zaman, her dönemde, bütün çağlar boyunca, bir gerçek ozanın sahip
olması gereken niteliklerdir. Yani bir insan, sadece kendisininkilerle
değil, herkesle kardeş olan, bütün insanlarla kardeş olan, herkes olan
bir insan. Çok incelmiş bir duyarlılığa sahip olmalı, son derece
incelmiş. Her hareketle, en uzaktakilerle bile en somut ve aynı zamanda
en tanımlanmaz ilişkiler kurabilen biri. Bilincine ve yazısına geçen
dünya ile en ince, en kesin, en karmaşık ilişkileri kurup sürdürebilecek
sürekli dikkat ve uyanıklığa sahip biri. Geleceği önceden sezebilmek,
önceden gerçekleştirebilmek, önceden kurabilmek için dünyanın bütün
uygarlıklarını ( geçmiş ve şimdiki ) bilen, kavrayan biri. Bütün bunlara
sahip olabilmek için sabahın erken saatlerinden en derin geceye kadar
süren günlük çalışma gereklidir;bu günlük çalışma gerekli ve
zorunludur,çünkü dil,anlatım,sözcükler, fiil ve söz, son derece, son
derece karmaşık ve ince bir aygıttır. Ve bir sözcüğü başka bir sözcüğün
yanına ve bir sözcüğü bir dizeye yerleştirmek başlı başına bir keşiftir.
Örneğin çok yalın, çok yalın bir sözcük alalım: ‘masa’.Ama masa sadece
masa mıdır? İlkin bu masanın ağacı vardır, bu ağacın geldiği orman,
çırılçıplak ya da çiçek açmış ağaçlar, kesici oduncu vardır, balta
vardır,ağacı taşıyanlar, işçiler vardır, başka işçiler vardır... Masanın
yapıldığı atölyenin atmosferi,onu masalaştıran marangozlar,
mobilyacılar vardır. Marangozun başına sıçrayan yongalar vardır. Biraz
daha uzak ilişki olarak, tekne vardır, kürek vardır;hatta istersek
Argonotlarla bile ilişki kurabiliriz, öyle değil mi?”
“Yani kocaman bir evren var her sözcükte?”
“Doğal olarak
vardır.Bir kuşağın deneyimini öteki kuşağa aktarmak;dahası insanların
yaşamını kolaylaştırmak, güzelleştirmek için yararlı nesneler hazırlayan
insanların ortak çabaları söz konusudur. Bu noktada estetik alana
gireriz. Yuvarlak masa, kare masa, dikdörtgen masa, büyük masa, küçük
masa, bahçe masası, yemek masası, güzel bir kadının uyumadan önce
üzerine çiçek koyduğu masa, ellerimizi, tabaklarımızı koyduğumuz
masalar, su ve şarap bardaklarımızı koyduğumuz, defterlerimizi
koyduğumuz üzerinde şiir yazdığımız masalar. Bu masanın çevresinde,
dostlarla birlikte, nice mutlu, nice coşkulu, kavgalı, içkili,
tartışmalı anlarımız vardır; aile acıları, yitikler, yenilgiler, dünya
acıları, savaşlar, öldürmeler, silahlı saldırılar, çığlıklar ve büyük
susuşlar, suskunluklar. Geceleyin bir adam başını ellerinin arasına
almış, dünyanın karşısında, dünya ile baş başa. Görüyorsun, basit bir
sözcük: masa! İşte bu nedenle nesneleri severim, nesnelere taparım. Bu
nedenle şiirlerimde bol bol nesne adları vardır.”
“Hocam, ya bağlanmanın sınırları?”
“Benim için angaje şiir
diye bir şey yoktur.Şiir vardır, ya da yoktur.Bir ozan şiirsel
kaynağını herhangi bir partinin programından, bir ideolojiden
almaz.Ozana, kendi duygularını açıklamak gereksinimi yol gösterir. Bu
yüzden bağlanma sınırı diye bir şey olamaz. Ozan, herkesin düşleriyle
buluşmak ister. Ama senin de tanık olup söylediğin gibi Pasok ve Yeni
Demokrasi partileri benim bestelenmiş şiirlerimden, özellikle ‘Rumluk’ (
Yunanlıların Öyküsü ) adlı şiirimden yararlanıyorlar seçim
kampanyalarında. Bu ozanın suçu değildir. Aksine ulusal oluşunun,
başlıbaşına bir kurum oluşunun belgesidir.Çünkü ozan herkese, insanlığın
geleceğine seslenir. Ozanın savaşı budur. “Yalınlığın anlamı” şiirimi
anımsarsan, ne demek istediğime örnek bulursun. Şiir yakalanmayanı, dile
gelmeyeni, görünmeyeni ele geçirmektir. Halktan yana olmak için partili
olmak gerekmez, gerçek ozan olmak gerekir; gerçek ozan ise
kendiliğinden partilidir, ilericidir. Biz bu yüzden çok çalışmalıyız ve
çalışmayı da çalışarak öğreniriz. Şunu kesinlikle aklından çıkarma: bir
ozanın en önemli özelliği ‘ sürekli olan’ la ‘güncel’ i
bağdaştırmaktadır.”
“Hocam, 15 ekim 1952 günü Prag radyosunda yaptığınız konuşmada,
‘Şiirsel dil bireşimseldir (syntehetique), oysa eleştirinin dili
çözümseldir (analytique) diyorsunuz.Ayrıca, bana buradan, Karlovassi’den
yazdığınız 15.7.1981 tarihli mektubunuzda da ‘Plan yaptım, bu yaz
üzerinde çalışıp çok mısralı iki bireşimsel şiire son şeklini vereceğim
‘diyorsunuz. ‘Bireşimsel’ kavramıyla neyi anlatmak istiyorsunuz?
“ ‘Bireşimsel’i, kompoze’, ‘bileşik’, ‘birçok parçadan oluşmuş’
anlamlarında düşünmek gerekir. Söz konusu iki mantıktır. Birincisi
bireşimsel. İkincisi çözümsel. Çözümsel olan sadece eleştiriye özgü
değildir. Çözümsel anlatım düz bir anlatımdır; düzdür, engebeli
değildir, derinlikleri, inişleri-çıkışları, yükseklik ve dorukları
yoktur. Bir ozan öyle bir dil kullanmaz. Halk da kullanmaz, en azından
duyar. Örneğin bir avukat evinden çıkıp iş yerine varıncaya kadar
yaptıklarını, gördüklerini tek zamanla anlatır, örneğin ‘di’li geçmiş
zaman kullanır, söylediklerinde duyguları, ilişki kurduğu gerçeğin
harekete geçirdiği duyguları yer almaz. ‘Bugün saat yedide kalktım. Yedi
buçukta evden çıktım. Trafik Çok sıkışıktı, buraya gelinceye kadar
canım çıktı’ der. Oysa ozanın işi matematiksel ilişkiler kurmak
değildir. Ozan bütün zamanları birbirine karıştırır. Cümlenin
devinimlerinden yararlanır. Aynı süre içinde ve aynı mekanlarda havanın
sıcaklığını duyumsar, penceresini açınca yeni açmış çiçekleri,
ağaçlardaki tomurcukları görür, bunlar ona güzel bir kadını anımsatır,
sürgündeki koca da dünyayı, dünü, bugünü ve yarını düşündürür. Duygu ve
düşünceleri katmanlıdır. Bu katmanlar arasında gözle görülmez,
duyumsanabilir ilişkiler vardır. Bu nedenle kuracağı cümlede, soru
işaretleri, ünlemler, üç nokta, sıçramalar, atlamalar, beyaz alanlar,
söylenmeden geçilen ama sezinletilmek istenen gerçekler vardır. Bu
nedenle dili hareketlidir. Halkın çok boyutlu dilidir. Dediğim gibi,
ozan, nesneler, olaylar ve gerçekler arasında matematik ilişkiler
kurmaz. Onun işi ‘dissimulation’ dur ( duygu ve düşünceleri saklama ),
metamorfoz’dur.
“Yani iki kere iki dört etmeyebilir.”
“Etmeyebilir. Ozanın
yaşam karşısındaki durumu çok önemlidir. Ozanın ve şiirin görevi yaşamın
doğrulanmasıdır, olumlanmasıdır, yani ‘affirmation’ u. Bütün bu
acılardan sonra, işkencelerden sonra ‘hayat ne güzel’ deriz, demeliyiz.
Bu nedenle bu ‘olumlama’ için savaşırız. Ozan ölümü seçmez, ölüme karşı
ölümsüzlüğü, hayatın ve uygarlığın ölümsüzlüğünü seçer. Ölümün bir tek
değeri vardır, o da bize ölümsüzlük arzusu vermesidir.
Yaşamımı biliyorsun. Yaşamımda sadece dostlarıma değil, düşmanlarıma
da minnettarım. Onların, düşmanlarımın işkenceleri, haksızlıkları,
sömürüleri sayesinde kendi varlığımın derinliklerinin bilincine vardım;
orada sondaj yaptım, petrol sondajı, su sondajı gibi, sadece kendi
varlığımın değil, bütün evrenin. Dış baskıya karşı koyabilmem için bütün
uyuyan iç güçlerim seferber oldu, baş kaldırdı. Baskı oranı arttıkça
karşı koymam da çoğaldı, yoğunlaştı ve baskının düzeyini, yüzeyini aştı,
aşıp geçti ve doruğa yükseldi. Goethe’ nin dediği gibi, ‘dipte doruğun
bilincine varırız’. Doruğun dipteki bir insan için önemi vardır, doruğa
yakın biri için doruk birkaç metreyle ölçülebilen bir mesafedir. Ama
unutma bu bir program değil bir gerekliliktir. Günlük yaşamın peşine
düşen insanlar bu dorukların ve çukurların farkında değildir. Ozanın
görevi bunları, yani dorukları, derinlikleri ve çukurları bu insanlara
göstermektir.
‘Karanlıkta gülümsedi bir adam,
belki çünkü karanlığı görmüştü,
belki çünkü karanlıkta görmüştü.’
Bu dizeleri anımsıyor musun?
“Anımsıyorum hocam”
Eline Yunanca bir kitap aldı:
“Bu kitapta dostlara
seslendiğim şiirler var. Şimdiye kadar hiçbir kitaba girmemiş olan
şiirler. Nazım için yazdığım şiir de bu kitapta yer alıyor. Yıllar önce
Pablo Neruda için yazdığım bir şiirde şöyle bir dize var: ‘En büyük yük
sırtımızda taşıyıp da başkalarına veremediğimiz ışıktır.’ Çünkü önemli
olan aydınlığa sahip olmak değil, onu dağıtmak, sunmak ve
paylaştırmaktır. Ozanın politikası işte budur, bir başka politikası
yoktur. Bu görevi ozan içtenlikle, ‘Familiarite’ ( içtenlik,
teklifsizlik, senli-benlilik, içli-dışlılık ) ile sağlayabilir.
‘Familiarite’ şiirimin en önemli öğesidir. En olmayacak, en ciddi
şeyleri hiçbir şey olmamış gibi ‘familiarite’ içinde söylerim. Belagat
yok, tumturaklılık yok, basitlik ve yalınlık var.
“Hocam bir Fransız gazetecisine en büyük Fransız ozanın kim olduğunu
sormuşlar televizyonda, o da sizin adınızı vermiş, doğru mu?”
“Doğru. Orada otuzdan fazla kitabım yayınlandı.”
“Fransa’ya, Paris’e gittiniz mi?”
“Gitmedim”
“Ama İtalya’ya gidiyorsunuz?”
“Gidiyorum
çünkü orada Yunan uygarlığının uzantısını görüyorum. Yunanistan’la
İtalya, iki kültür arasında, bir kan nakli söz konusu. Yunan kanının
İtalyan damarına nakli. Yunan mimarisini, Yunan heykelini daha büyük
boyutlarda gerçekleştirdiler. İtalya ayrıca Akdeniz’dir. Sana işin
doğrusunu söyleyeyim. Saklamaya gerek yok. Şiir üzerine seninle dilimden
başka bir dilde konuştuğum için üzgünüm, canım sıkılıyor, acı
çekiyorum.”
“Ama hocam isterseniz yayınlamam bunları.”
“Yayınla,
yayınla. Artık bir kere ok yaydan çıktı. Seni böyle coşku içinde görünce
ben de sana uydum. Ama ben ne yapayım ki, ancak kendi dilimde, duygu ve
düşüncelerimi açıklayabilirim. Kendi toprağımda, kendi gökyüzümün
altında bu duyguları yaşayabilirim. Albaylar döneminde İngiltere
hükümeti albaylar hükümetine resmi bir mektup yazarak ‘Yunan sanatı ve
düşüncesi’ konulu bir toplantıya katılmamı sağlamalarını istedi. Beni
Atina’ya çağırdılar. Buradan mevcutlu olarak, polislerle birlikte
Atina’ya gittim. İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Patagos bana
pasaport vereceklerini, gerekeni yapacaklarını söyledi. Ben de ona
kendilerinden bir şey istemediğimi, bana pasaport verecek yetkileri
bulunmadığını söyledim.”
“O da size ‘Siz bir ozansınız niçin politikayla uğraşıyorsunuz?
Dedi. Siz de “Bir ozan halkının en has evladıdır, bu nedenle politikayla
uğraşmak zorundadır” dediniz.
“Evet. Ben, ozanım ilerici bir
ozanım, Yunanistan’ı severim. Yunanistan'ı hümanizmanın vatanı olduğu
için severim.Kendi dilimle konuşmadığım zaman, bir yabancı dilde
konuştuğum zaman, ahmaklaşır gibi olurum, duygu ve düşüncelerim
yoksullaşır. Her ozan bu bu tedirginliği duyar. Nazım da öyleydi.
Yazabilecek kadar iyi Fransızca ve Rusça bildiği halde Türkçe'den başka
bir dil kullanmamıştır. Ancak çevirmenlerine bir yardım söz konusu
olduğu zaman Rusça ve Fransızca bilgilerini kullandı”
“Hocam bana günde 8, 10, 12 saat çalıştığınızı yazdınız. Komotini’den size telefon ettiğim zaman da öyle söylediniz?”
“Ozanın
işi çalışmaktır, eser yaratmaktır. Başka bir işe doğrudan doğruya
karışmaz. Onun işi çalışmak ve eser yaratmaktır. Bunu en iyi başardığı
zaman kendisinden beklenen bütün hizmetleri yerine getirmiş olur. Bu
evdeki gözaltı sırasında beni umutsuzluktan ve delilikten şiir ve resim
çalışmalarım kurtarmıştır.”
“Zaten şiirlerinizde ‘umutsuzluk’a rastlanmaz.”
“Rastlanmaz, çünkü umutsuzluğa yer yoktur şiirde.”
“Ustalık için ne düşünüyorsunuz?”
“Yani
olgunluk dönemi demek istiyorsun.Ozanına bağlı. Benim sevdiğim
ozanların başında gelen Kavafis önemli şiirlerini 50 yaşından sonra
yazdı, daha önce yazdıkları çok önemli şiirler değildir. Nazım kaç
doğumluydu?”
“1902”
“Romanya’da yanında çok güzel bir Rus kadını görmüştüm, delicesine aşıktı ona, adı neydi?”
“Vera son karısıydı. ‘saman sarısı’ diye bir şiir yazdı onun için. Ona başka şiirler de yazdı.”
“Son karısı dedin, kaç kez evlendi?”
“Üç ya da dört kez.
Kadınlar çok severdi onu. Ama onun büyük bir saygıyla sevdiği eşi Piraye
hanımdı. Onun için de olağanüstü güzellikte şiirler yazdı.”
“Biliyorum.
Nazım’dan çevirdiğim şiirler altı-yedi baskı yaptı. Prag karşılaşmamızı
hiç unutmam onunla. Radyoda karşılıklı bir konuşma yapmamızı
söylediler. O, ‘İlkin Ritsos’a sorun soruyu,’
dedi, ‘hem yaşı benden küçük, hem de şiiri benden büyük.’ Onun bu
alçakgönüllü davranışı büyüledi beni, hayranlığım daha da arttı. O
sırada ününün doruklarındaydı, bense onun kadar tanınmış bir ozan
değildim. Hayatımda rastladığım en yüce gönüllü, alçakgönüllü,
kıskançlık nedir bilmeyen biriydi. Başka ozanlara karşı hiç kıskanç
değildi. Beğeniyorsa seviyorsa hiç sakınmazdı bu duygularını belli
etmekten. El değmemiş, çocuksu bir yanı vardı. Çağımızın en büyük
ozanlarından biriydi.”
“Çağımız şanslı bir çağ, büyük ozanlar çağı, Nazım gibi, sizin gibi, Neruda gibi, Nicolas
Guillen gibi...”
“Nicolas Guillen’in şiirlerini yunancaya çevirdim.”
“Başka kimleri çevirdiniz?
“Alexandre Blok, Attila Jozef, Mayakovski, Nazım Hikmet, İlya
Ehrenbourg, bunlar çok baskı yaptılar. Bu yakınlarda Bagriana ile Ho Şi
Minh’den çevirdiğim şiirler yayınlanacak. Ayrıca Romen ve Çek / Slovak
şiirleri antolojisi hazırladım. Bir de Dora Gabe’nin “Ben, annem ve
evreni’ni çevirdim çocuklar için on bir baskı yaptı.
“Dora Gabe’nin kitabını ben de çevirdim. Küçücüktüm adıyla yayınlandı, henüz birinci baskıda.”
“Olsun, önemli olan o güzel kitabı çevirmen.”
“Bir
gün bütün şiirlerini çevirmek istediğim, sizin dışınızda, iki ozan var:
Antonio Machado ile Rafael Alberti, ama önce ya İspanyolca öğrenmeliyim
ya da iyi İspanyolca bilen bir ortak bulmalıyım.”
“Ben Alberti’nin ilk şiirlerini severim.”
“Hocam A.B.D. ‘deki Beat Generation için ne düşünüyorsunuz. Avrupa şiiri için?”
“Ginsberg
ve Ferlingetti ilginç ozanlar. A.B.D. ‘inde ilginç gelişmeler var. Ama
ben gene de İngiliz şiirini tercih ederim. Rene Char ve Henri
Michaux’dan sonra ozan çıkmadı Fransa’da. Büyük bir düşüş var Fransız
şiirinde. Michaux’nun karısının ölümünden sonra yazdığı şiirleri çok
severim. Evet Özdemir, ozan karanlıkta görebilen insandır. Şiir ise,
yani ozanın serüveni, yakalanmayanı, dile gelmeyeni ele geçirmektir.
Şiire erişmek için, çok, çok çalışmalıyız. Çok!”
Usta “çok!” derken, saat gece yarısından sonra biri vurdu. Seçim
kampanyaları için köyleri dolaşan kızı (İngiltere’de okuyor) çok yorgun
olduğu için özür dileyip yatmaya gitmişti. Bayan Falitsa yorgun
görünmemeye çalışıyordu. Ritsos da öyle. Ama
ertesi gün onlar Atina’ya gideceklerdi, bizi de epeyce uzun bir yol
bekliyordu: Karlovassi, Vathi, Kuşadası İzmir. Ülker’e “haydi anacığım”
dedim. Tartışmaya girmenin bir yararı olmayacağını bildiğim için bizi
otele götürmelerine ses çıkarmadık.
Otelin önünde onlar arabadan indiler. Sarıldık. İkisinin de elini öptüm.
Ritsos:
“Unutma,” dedi, “ikiniz için her zaman iki sandalye ve iki tabak var masamızda.”
“Unutmam.” Dedim. “Nasıl unuturum?”
“Ne zaman geleceksiniz?”
“Yazın Karlovassi’ye. Ama ben
Haziran’da Atina’ya gelebilirim. Önemli olan bütün ayak bağlarından
kurtulup, ozan özgürlüğüne kavuşmam. Bu o zamana kadar gerçekleşecek.”
“La liberte est toujours premiere” dedi.
“Temel nesneler” adlı şiirinin son dizesiydi: “Her zaman en başta özgürlük.”
“Evet ,” dedim, “öğrenmek ve bedelini ödemek gerek.”
Bir
kez daha sarıldık. Arabaya döndüler. Çok mu usta yoksa çok mu acemi
sürücü olduğunu bir türlü kavrayamadığım Bayan Falitsa arabayı, denize
doğru, karanlığa sürdü.:
“Karanlıkta gülümsedi bir adam,
belki çünkü karanlığı görmüştü,
belki çünkü karanlıkta görmüştü.”
“Sanırım,” dedim Ülker’e, “ozan’ın en iyi tanımı bu üç dizede yatıyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder