RSS

2 Şubat 2010 Salı

ALEV ALATLI - İSLÂM BİR BATI DİNİDİR

İSLÂM BİR BATI DİNİDİR.

Konuşan: Serap Mahmatlı
İlk Yayınlanış: ArtıHaber
Alev Alatlı ile "Türkiye ve Dünya"
Ufuk Yayınları/1.Basım-09.2003


Türk edebiyatının en ilginç isimlerinden Alev Alatlı Schrödinger'in Kedisi adını taşıyan yeni bir çalışma ile okurlarının karşısına çıkma­ya hazırlanıyor. Annesini kaybettiği bir dönemin dışında, yaklaşık 2 yıldır aralıksız olarak kitabı üzerine çalışan Alatlı, şu günlerele son düzenlemeleri yapıyor. Yaklaşık I5OO sayfayı bulacak olan Schrödinger'in Kedisi, 2016 yılı ve sonrası Türkiye'sine ait projeksiyonları kapsayan fütüristik bir roman. Yalnızca büyük hacmi ile değil, temel aldığı karmaşık düşünsel alt yapısı ile de okurları zorlayacak bir ki­tap. Ancak her zaman provakatif eserler verıneyi başaran Alev Alatlı'nın, okurlarınm inatçılığına ve bu işin altından kalkacaklarına olan inancı tam.



Yeni kitabınızın adı Schrödinger'in Kedisi. Biraz açar mısınız bu adı?
Schrödinger'in Kedisi kuantum fiziği ile ilgili kuramsal bir de­ney. Şöyle düşüneceksiniz: Yarı geçirgen bir ayna var. Bunun önü­ne bir ışık kaynağı koyun, mesela bir ampul. Aynanın arkasına bir detektör ve buna bağlı bir tabanca; tabancaya bağlı bir kutu ve kutunun içinde de bir kedi olsun. Şimdi, ampul yandığı zaman ışık fotonlarının bir kısmı aynanın arkasma geçer. Kaç tanesinin geçeceği, fotonun dalga olarak ını, parçacık olarak mı hareket edeceği, kuantum fiziğinin bilinmezleri arasındadır. Geçen foton­lar, detektör vasıtasıyla tabancayı ateşlerse kutunun içindeki kedi ölür. Kuantum fiziğinin bu bilinmezliğini bir adım daha öteye gö­türürsek, tektanrılı dinlerin gayb ve kısrnet olayına yaklaşır.


Anlattığınız deneyi ve kediyi bir metafor olarak mı kabul edi­yorsunuz?
Metafor olarak kullandım tabii.Schrödinger'in Kedisi ile birlikte kullandığım bir başka gelişme daha var: O da, Türkçeye saçaklı ya da çok değişkenli mantık diye çevirebileceğimiz fuzzy 1o­gic'dir. Bilindiği gibi, Batı dünyasında bilimsel düşüncenin esası Aristo ve Aristo mantığı üzerine kuruludur.


Yani formel bir mantık...
Evet. Ama ilk izlerini Heisenberg, Einstein ve Russell'da gör­düğümüz ve 1960'lardan beri bilim dünyasının gündeminde olan bir başka gelişme daha var: O da, Aristo'ya karşı Buda Devrimi. Kısaca a'ya, "a"dır ya da "değildir" şeklindeki Aristocu mantığın, bizi içinde bulunduğumuz çıkmazlara sürüklediği ve dünyada matematik dahil hiçbir fiziki bilimin Aristo'nun zannettiği şekil­de kesin olmadığını öne süren yeni bir yaklaşım. Bilimsel düşün­cedeki Buda Devrimi'ne göre a, hem "a"dır, hem de değildir.


Schrödinger'in Kedisi için "bilim felsefesi ve bu felsefenin deği­şimi üzerine kurulmuş bir çalışma" denebilir mi?
Evet, bir anlamda öyle. Bu "hem-hem de" yaklaşımı, 1960'lar­da 2000 yıllık bilim tarihinin üzerine bomba gibi düştü. Bazı bi­lim adamları "bilimin kokaini'dir" türünden karşı çıkışlarla saçaklı mantığı şiddetle reddettiler. Ama başta Japonya , arkasından Gü­ney Asya Kaplanları, Çin ve Hindistan gibi ülkeler, bu mantıktan yola çıkarak insan düşüncesinin esnekliğine ve adaptasyon yete­neğine sahip akıllı makineler üretmeye başladılar. Bugün dünya­nın geleceği fuzzy mantık gibi görünüyor. Amerika bunu yeni fark etti. Fakat bu saydığım ülkeler yıllardır bunun üzerinde çalışıyor..


Asyalı toplumların bu mantığı bu kadar çabuk kapıp paraya dönüştürmelerini nasıl açıklayabiliriz?
Çünkü Buda'yı biliyorlardı. Budizm Çin'i etkilemiştir. Çin'den Zen Budizmine dönüşüp Japonya'ya gitmiştir. Dolayısıyla bütün felsefesini insan üzerine kurmuş olan Buda'ya yakmlıkları nede·· niyle, bu mantık bu ülkelerde zaten vardı.


Schrödinger'in Kedisi fütüristik bir çalışma. Yani geleceğe dönük projeksiyonlar yapıyorsunuz. Kutunun içindeki kedi, Türki­ye mi? Eğer Türkiye ise bunu Aristocu ve saçaklı mantıkla na­sıl ilişkilendiriyorsunuz ve bu kez niye fütüristik bir çalışma?
Fütüristik olması, sanıyorum kaçınılmazdı. Türkiye'nin sosyo-psikolojik yapısını irdeleyip sonuçlara bakınca, ister istemez "Bu yapı değişmeden devam ederse sonumuz ne olur?" gibi bir soru geliyor insanın aklına.

Türkiye'nin durumu bana Schröclinger'in Kedisi'ni hatırlatıyor. Kedi, Türkiye yani. Projeksiyonlardan biri, doğnısal bir mantık­la, yani Aristocu mantıkla yaklaşıyor ve fikri hayatımız aynen bu pespayeliği ile devam ederse, ortaya çıkacak 2016 Türkiye'sinin tablosunu yansıtıyor

Pespayelikten kastım şu: Türkiye'de daha gündeme gelmeyen bilimsel ilerlemeler, önümüzdeki yüzyılda dünyayı tanınmayacak bir şekle sokacak. Buna toptan hazırlıksız olduğumuzu görüyo­rum. Sadece kitleler değil, entelektüeller nezdinde de bu böyle. Batı'nın altını çizmeye çalıştığı sorunların bizde yansıması dahi yok.


Kuantum fiziğinin bilinmezleriyle baktığımızda Schrödinger'in Kedisi için bir ölüm tehlikesi var...
Elbette var. Çünkü Kuantum fiziğinde kısmet diye bir şey var ve tabanca her an ateş alabilir. Bu açık. Ama öte yandan başka bir şey daha var: O da, kaosun kendine göre bir dengesinin olduğu. Türkiye bu kaostan bir yere çıkabilir mi, çıkamaz mı? Soru bu. Yani "Bu kaos paradigmasmdan yola çıkarsam, ne olur?" diye ikinci bir yaklaşım daha yer alıyor. İşte burada çoh değişkenli man­tık devreye giriyor.


Doğrusal mantıkla bakınca, Schrödinger'in Kedisi'ndeki 2016 Türkiye'sinde neler görünüyor?
Sivil toplum örgütleri fevkalade güçlenmişler ve "gönüllü" adı altında hemen her şeye müdahale eder hale gelmişler. Türkiye'yi taınamen sivil toplum örgütleri biçiminde devletçiklere ayrılmış olarak görüyorum. Bir örnek vereyim: Doğu Trakya Cumhuriye­ti'nin sınırları Çatalca'dan başlıyor. Merkez, eski Hadrianapolis, yani Edirne, Kırklareli, Tekirdağ; Avrupa Gallipoli'si olan Çanak­kale ve Çatalca olmak üzere 5 bölgeden oluşuyor. Tabii bunun bir kara mizah ve roman olduğunu unutmamalı. Muğla, Antalya gibi turizmden ciddi paralar kazanan iller, kalkınmada öncelikli yöre­lerin sıkıntısını daha fazla çekmek istemiyorlar ve bunu bir bi­çimde dillendirip isimlerini değiştirmekle işe başlıyorlar. Antalya ilk kurucusunun adıyla "Attalia Country" diyor adına. Muğla he­men "Land of Knidos" oluveriyor. Ama bu çok şaşılacak bir şey değiL. Çünkü 1930'lardan beri bizde böyle bir gelenek var. Yunan mitologyası-severlerimizin şirin gariplikleri olarak durup duruF ken Bodrum'a "Halikarnassos"; Behramkale'ye "Assos" diyen in­sanlar olduğumuz için buna alışığız. Sonra Niğde, Nevşehir orta­ya çıkıp "burası da Kapadokya" diyor. Ordulular "buraya Viking­ler gelmişti" diyor ve "Viking mi olsak acaba?" diye düşünüyor­lar. Bundan sonra ironiyi gör artık. Gazali'nin fili gibi, herkes fi­lin tuttuğu yerini tarif ediyor. Tam bir dağmıklık yani. Sonra hu­kuk sistemleri değişmeye başlıyor. Kadılı sistemler var, halk mah­kemeleri var, jüriler var, cumhuriyet yargıçları var. Ankara civa­rında gene bir Kuva-yı Milliye oluşumu ortaya çıkıyor.


Bu projeksiyonu kafanızda nasıl gerekçelendiriyorsunuz?
Şu andaki durumu devam ettirirsek ne olur? diye bakıyorum.
Bugünkü en büyük sıkıntımız, ortak ülkümüzün ve ortak kültü­rel değerlerimizin olmayışıdır. Bir değer kaosu içindeyiz ve bun­dan yola çıkarak, aynı değerleri paylaşan insanların bir araya gel­mek isteyeceklerini düşünüyorum ki, bunun endikasyonlarını [göstergelerini] şimdiden görüyoruz. Bu kadar çok cemaatin or­taya çıkması gibi ki, cemaatler de sivil toplum kuruluşlarıdır. Sonunda bazılarının çok teşne olduğu gibi, Türkiye çok hukuklu, çok anlayışlı, çok değerli bir bölünmeye gidebilir. En azından bir edebiyatçı olarak ben böyle bir projeksiyon yapabilirim.


Peki saçaklı mantık kitapta nasıl yer alıyor?
Kitabım sonuna doğru, başka şey görülüyor. İstanbul'un altında bir sığınak var ve orada kendilerine "onarımcılar" diyen 13 adam bir araya geliyor. Simgeleri, 4 yapraklı yonca. Yaprakların üzerinde "akıl, ahlak, adalet ve adab" yazıyor. Bunlardan bir tanesi bir Nakşıbendi fizikçi; "İslamiyet'le Kuantum fiziği nasıl bir araya getirile­bilir?", onun peşinde koşuyor. Bir başkası Türk Ordusu'ndan atılmış; her tarafından iskambil kağıtları, zarIar fışkıran teknolojik bir devlete karşı, kaotik hareket eden orduyu savunan bir general. Di­ğer bir adam, eski bir maarifçi ve bir mucize yaratarak Türkiye'nin üzerindeki bu "ölü toprağı"nı kaldırmayı planlıyor.


Türklerin hem-hemde'ci mantığa yakın olduğunu söylemiştiniz. Bunun izlerini nerede görüyorsunuz?
Ben yıllardır Türkiye'nin sosyo-psikolojik nabzını tutmaya, yani "Türkler'in kafası nasıl işler?" veya "Niye böyle işler." soru­sunun cevabını bulmaya çalışıyorum. Yavaş yavaş Türkler'in 'hem-hem de'ci olduklannı görüyorum. Bunu da Orta Asya'dan getirdiğimiz Şaman arka planınımızı ve düşünce kalıplarını bilin­çaltında halen taşımama bağlıyorum. Böyle baktığımız zanıan, psikolojik anlamda Türk-İslam sentezi diye bir şeyin olduğunu görüyorum. Anadolu Türk Islamı'nın bilinçaltında, Orta Asya'dan getirdiğimiz Şaman ve Çin etkileri taşıyan izler var.


Yani Doğu'dan ciddi izler taşıyoruz ...
Benim iddiam şu: Doğu-Batı diye bir şey yoktur. Doğu diye bir şey varsa da, o biz değiliz. Çünkü İslamiyet bir "Batı" dinidir. Doğu dini değildir. Bunun ispatı, ilgili herkesin bildiği gibi, İslami­yetin bütün düşünce biçimi ve mantık silsilesinin Aristocu man­tık üzerine kurulmuş olmasıdır. İslamiyet doğrusal bir mantık üzerinde bir "ya-ya da" dinidir. Baba-erkil'dir. Dolayısıyla İslam, Bu anlamda bir batı dinidir.Bir Doğu arayacaksak doğu Buda' dadır, Şinto'dur, Zen Budizm'dir. Dolayısıyla Doğu biz değiliz. Bu Doğu-batı tartışmalarının Batı'nın zevzek aydınları tarafından senelerdir sürdürülüyor olmasını komik ve kaba buluyorum. Biz İslamiyetten dolayı doğulu değiliz...İslami açıdan bakarsak Türkler'in batıdan farklılığı, göreceli bir yoksulluktan ibarettir. Bu anlamda da Hungtinton denen adamıda fevkalade kaba ve zevzek buluyorum... Sadece o değil aslında, bütün batı entelijansiyası çok kötü bir sınav veriyor.


Dolayısıyla siz Doğu'yu ve Batı'yı yeniden tanımlıyor ve İslâmı batıya aktarıyorsunuz... Peki ya Türk? O nereli?
Doğu ve Batı diye bir şey varsa öncelikle düşünce sistenminde bir farklılık olması gerekir. Türk İslamiyet'i ilk kabul ettiği andan itibaren sarsılmaya başlamıştır ve bu sarsıntının hala devam ettiğini düşünüyorum. Mitoloji için "halkların bilinçaltıdır" denir. Bu bilinçaltından kolay kurtulunmuyor maalesef.Gördüğüm kadarıyla toplum, kendi kalbinde hissettiği, öncelikle uymak zorunda olduğu söylenen normlar arasında bîzar olmuş durumda ve fırsatını bulduğu ilk anda kendisine dıştan dayatılan ama içselleştirmediği kuralllara tepki veriyor.Türkler'in genel durumunu tek bir kelimeyle özetleyecek olursak bu, "kural tanımazlık"tır. Yani ortak paydamız kuralsızlık gibi...


Başka bir söyleşinizde iyi bir kafa için iyi bir din eğitiminin şart olduğunu söylüyorsunuz.
Bunu iki sebepten diyorum. Birincisi bütün dinler ilahiyattan kaynaklanır. İlahiyattan kaynaklanmayan hiç bir şey yoktur.


Evet ama bütün pozitivizm serüveni ilâhiyattan kurtulma çabası değil mi?
Evet ama kökenleri benzer. Çünkü ikisinde de işe düşünce ile başlarsınız. İlahiyat da bilim gibi dünyayı açıklamaya çalışır.


Yani ontolojik anlamda bir benzerlik var.
Tabii, ontolojik anlamda. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Biri diğerinin içinden çıkar. Zaten soyutlamayı getiren ilahiyattır. Tanrı soyuttur.Soyutlamayı öğrenmenin en kolay yolu ilahiyattan geçer. İyi bir ilahiyat eğitimi içtihadı da kapsayacağı için bir meseleyi bin şekilde düşünmek için bir alışkanlık getirir. Bir küpü bilgisayarda onlarca değişik şekilden görmmek gibi. Hepsi için söyleyemem ama doğrusu bir kısım İmam Hatiplilerin bunu yapabildiklerini gördüm. Çünkü Türkçalari daha iyi. Dilleri çok daha zengin. Soyut problemlere çok daha yatkınlar. Türkiye'de de ilahiyatçılar zevzek problemlerle uğraşmayı bırakmalı. Üşenmedim, İlâhiyat Fakültesi'ne telefon ettim, "Fıkıh öğretiyor musunuz?" diye, kahkahalarla güldüler neredeyse.


Sizce gerçekten dönüştürücü olan sadece bilim ve teknoloji mi? Başka etkenlerin hiç bir payı yok mu? Türkiye'yi kurtaracak olan da bilim ve teknoloji mi?
Evet, dönüştürücü olan bilim ve teknoloji. Aslında teknoloji. Çünkü o daha çok görülen, kitlelere intikal eden bir şey. Türkiye için de bu son derece önemli. Kurtarmaktan çok dünyanın en uçtaki şekillenmesini anlayıp kavrayabilecek bir toplum yaratmaktan bahsediyorum. Biz bu yüzyılın başlarında aydınlarımızın koskoca bir sosyalizm hareketini atladığı ülkenin insanlarıyız. Ne felsefesini, ne balşını ne sonunu hiç bir şeyini anlamadık.Okuyun o dönem yazarlarını tepki olarak dahi, bir tanesinde hiç bir şey yoktur. Yetmedi, 1940-50 arasındaki tüm Cumhuriyet gazetelerinin hepsini okudum. "İkinci Dünya Savaşı'ndan ne anladık diye baktım. Hiç bir şey yok.Savaş bir Köroğlu efsanesi gibi nakledilmiş. Ne faşizmden ne kapitalizmden haberdar bir toplum.Aynı şekilde 20. yüzyılınbaşlarında oturduğumuz topraklarda petrol olduğunu ve adamların bunun için savaştığını kestiremedik. Söylemek istediğim bu. Korkarım 2000'li yıllardaki halimiz de 1900'lerin başındaki gibi olacak. Bu sefer de başımıza çok iş açacağına inandığım postmodernizmi es geçeceğiz ve arayı kapatmak şansını büsbütün kaybedeceğiz.


Son günlerde Cemil Meriç'in kızı Ümit Meriç'in "size savaş açtığına dair" sözler yer aldı. Ne diyeceksiniz?
Ümit Meriç bir hanımefendidir. Milli Gazetede gördüğüm türden bir imâyı yapmayacağına bütün kalbimle inanıyorum. Bir sitem yapmış olabilir, "Niye gelmedi?" şeklinde. Ama diğer söylediklerinin kanıtlanması gerekir.

Kulağımla duymadıkça inanmam. Elimde tuttuğum iddia edilen söyleşiye gelince, onları yakın zamanda yayınlayacağımı hiç sanmıyorum. Belki de hiç yayınlamam....En azından şimdilik böyle bir niyetim yok. Çünkü söyleşler yapıldığı zaman Cemil Bey çok hastaydı ve söylediklerinin kendisini ne jkadar yansıttığından emin değilim. Daha önce de defalarca söylediğim gibi, Cemil Meriç benim ata ruhlarımdan bir tanesidir ve benim için çok önemlidir.


Diğer ata ruhlarınız kimler?
Konfüçyüs, Selahaddin Eyyubî; Will Durant, tarihçidir. Hallac-ı Mansur çok önemsediğim bir kişiliktir. Einstein ve şimdi bir de Buda var. Bunlar çocukluğumdan beri zihnimde pencereler açan insanlardır.

Hiç yorum yok: