RSS

18 Şubat 2010 Perşembe

EDWARD SAİD / DÜŞLER VE YANILSAMALAR

DÜŞLER VE YANILSAMALAR

Edward Said, Al-Ahram
30 Ağustos 2003



Temmuz ayının son günlerinde, ABD Temsilciler Meclisi’ni oluşturan çoğunluk grubunun lideri olan ve her zaman Washington’daki en güçlü üç-dört kişiden biri olarak gösterilen Teksas Temsilcisi (Cumhuriyetçi) Tom Delay; yol haritası ve Ortadoğu’da barışın geleceğine dair fikirlerini açıkladı. Söyledikleri, hemen sonrasında İsrail’e ve birkaç Arap ülkesine yaptığı ve buralarda da aynı mesajı tekrarladığı bir gezinin duyurusu gibiydi. Delay, Bush yönetiminin yol haritasına, özellikle de bu metnin içerdiği Filistin devleti şartına destek vermesine her koşulda karşı olduğunu açıkladı. Koşullara, tanım ya da somut vasıflara aldırış etmeden --resmi Amerikan söyleminde âdet olduğu gibi-- “terörist” sözcüğünü kullanarak ve üstüne basa basa “Bu terörist bir devlet olacaktır” dedi. İsrail hakkındaki bu düşüncelerine; sadece İsrail’in yapacağı her şeyi desteklemek değil, birkaç milyoncuk Filistinli “terörist” bu süreçte zarar görse de görmese de Yahudi devletinin yapmakta olduğu şeyi sürdürmesinin dinsel bir hak olması anlamına da gelen ve “Hıristiyan Siyonist” inancı olarak tanımladığı şeyin sonucunda ulaştığını ekledi.


Sadece ABD’nin güneybatısında Delay gibi düşünenlerin sayısı 60-70 milyon gibi devasa bir rakam ve bunlardan biri de, İncil’deki her şeyin harfi harfine uygulanması gerektiğine inanan ve heyecanlı bir tövbekâr Hıristiyan1olan Bush’tan başkası değil. Bush onların lideri ve benim kazanamayacağını düşündüğüm 2004 seçimleri için onların oylarına kesinlikle muhtaç durumda. Ayrıca yıkıcı iç ve dış politikaları yüzünden başkanlığı tehlikede olduğu için kendisi ve kampanya stratejistleri, başta Orta-Batı olmak üzere, ülkenin diğer bölgelerinden daha fazla sağ-kanat Hıristiyanı kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Bütün bunların yanı sıra, ne yazık ki Amerika’da Ortadoğu hakkındaki tartışmanın yürütüldüğü yer olan Amerikan iç politikasında (aşırı derecede İsrail destekçisi yeni-muhafazakâr hareketin görüşleriyle ve lobi gücüyle ittifak halindeki) Hıristiyan Sağ’ın görüşleri aşılması zor bir güç oluşturuyor. Amerika’da, Filistin ve İsrail’in dış politika değil, yerel politika konusu olarak görüldüğünün her zaman hatırlanması gerekir.

Sonuç olarak, eğer Delay’in söyledikleri sadece dini bir coşkunun doğurduğu kişisel fikirler ya da mantıksız bir hayalperestin düşsel gezintileri olsaydı, “saçmalık” deyip kolayca bir kenara itebilirdik. Ama bunlar; birçok vatandaşın gördüğü, inandığı ve bazen de yaptığı şeylerde Tanrı’nın yönlendiriciliği altında bulunduğuna inandığı Amerika’da, kolayca karşı konulamayan bir gücün dilini temsil ediyor. Başsavcı John Ashcroft’un her işgününe ofisinde düzenlediği bir toplu duayla başladığı söyleniyor. Güzel; insanlar dua etmek istiyor ve yasal olarak mutlak dini özgürlüğe sahipler. Ama Delay örneğinde bütün bir insan ırkının, yani Filistinlilerin, Washington’da geçerli olan tanımıyla; “insanlığın düşmanları” olan bir “teröristler” ülkesini oluşturacağı söylenmiş oluyor. Böylece, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme yolundaki gelişimine ciddi bir darbe vuruluyor ve tamamen dini bir temelde, Filistinlilere uygulanan cezaların ve eziyetin arttırılması dayatılıyor. Hangi hakla?

Delay’in tutumunun içerdiği gaddarlığı ve emperyalist kibri bir düşünün: güçlü itibarı sayesinde, Delay gibi on bin mil uzakta bulunan ve Filistinli Arapların gerçek hayatı hakkında aydaki insanlar kadar bilgisiz olan kişiler, sadece -hiçbir kanıt veya nedenin önemli bulunmadığı- kendi Hıristiyan Siyonizmleri öyle dediği için, bütün Filistinlilerin terörist olduğunu düşünüp Filistin’in özgürlüğü karşısında karar alabiliyor, onun özgürlüğünü engelleyebiliyor ve daha fazla baskı ve eziyet altında geçecek yılların teminatı olabiliyorlar. Oradaki İsrail hükümetinin yanı sıra, buradaki İsrail lobisi yüzünden de, Filistinli erkekler, kadınlar ve çocuklar ABD Kongresi’nin önlerine koştuğu engeller ve barikatlara da katlanmak durumundalar. Aynen bunun gibi.

Delay’in yorumlarında bana vurucu gelen şey sadece bu yorumların sorumsuzca yapılıyor olması ve kendisine hiçbir zararı dokunmamış insanları kolayca ve medeniyet dışı (‘teröre karşı savaş’ la ilgili olarak çok sık kullanılan bir sözcük) bir biçimde yok sayması değildi; ayrıca Ortadoğu, Araplar ve İslamiyet’e yönelik şimdiye kadar yapılan tartışmalar (ve politikalar) söz konusu olduğunda, Washington’un büyük bir çoğunluğunun da paylaştığı bu resmi görüşlerin gerçekdışılığı, yanılsamalı gerçekdışılığı da vurucu nitelikteydi. Bu durum, 11 Eylül olaylarından sonraki dönemde yeni, yoğun ve hatta anlamsız bir soyutlama düzeyine ulaştı. Mübalağa, yani bir durumu tarif etmek ve abartarak anlatmak için giderek artan sayıda ve haddinden fazla cümle bulma tekniği, tabii ki Bush’un da sayesinde kamusal alana iyice hakim olmuş durumda. Bunu, Bush’un, “iyi ve kötü”, “şer ekseni”, “her şeye kadir olanın ışığı”na dair metafiziksel sözleri başlattı. Terörün kötülükleriyle ilgili, insanı hasta ettiğini söyleyebileceğim sonu gelmez taşkınlıklar; insanlık tarihi ve toplumla ilişkili dili, yeni ve işlevsiz düzeylerde saf ve temelsiz polemiklere götürdü. Dokunulmazlığı olan yürütme gücüne sahip ABD politikacıları, Washington’daki lüks, klimalı odalarının sınırlarından hiç çıkmadan, buradaki bir rejimin değişmesine, oradaki bir işgale, şuradaki bir ülkenin “yeniden yapılandırılması”na dair yasalar koyarken tüm bunlar; görkemli vaazlarla ve dünyanın geri kalanına verilen faydacı olma, aşırılıktan kaçınma, medeni ve rasyonel olma demeçleriyle birleşti. Medeni bir tartışmanın standartlarını koymanın ve demokrasi düşüncesinin kendisi de dahil olmak üzere demokratik değerleri ileriye götürmenin yolu bu mu?

19. yüzyılın ortalarından beri bütün Oryantalist söylemlerin temel meselelerinden biri; gerçekte hiç işe yaramayan bir dilin ve zihniyetin, Araplara ve Arap diline musallat olduğudur. Birçok Arap da Arapça, Çince veya İngilizce gibi bütün ulusal dillerin bu dili kullananların zihinlerini temsil ettiğini öne süren bu ırkçı saçmalığa inanmaya başladı. Bu düşünce, 19. yüzyılda sömürge zulmünü haklılaştırmak için kullanılan aynı ideolojik cephanenin bir parçasıdır: “Zenciler” doğru düzgün konuşamaz, bu yüzden Thomas Carlyle’a göre köle olarak kalmalılar; “Çince” çok karmaşık bir dildir, bu yüzden Ernest Renan’a göre Çinli erkek veya kadın sinsidir ve kontrol altında tutulmalıdır;... vs. Günümüzde, Araplar, Arapça ve Arap yanlıları ile ilgili olmadığı sürece, bu gibi fikirleri kimse ciddiye almıyor.

Akıl almaz “tarihin sonu” fikriyle kısa sürede meşhur olan sağ-kanadın sabit fikirli felsefecisi Francis Fukuyama birkaç yıl önce yazdığı bir makalede, Arapça öğrenmenin aynı zamanda Arapların “yanılsamalar”ını da öğrenmek anlamına geldiğini ve Dışişleri Bakanlığı’nın kendi bünyesi içindeki Arapça konuşanlardan ve Arap yanlılarından kurtularak çok iyi bir iş yaptığını söylüyordu. Bugün Thomas Friedman gibi üstatlar da dahil olmak üzere medyadaki her türlü taşra felsefecileri aynı şekilde çene çalmaya devam ediyorlar. Bunlar,

Araplara dair bilimsel tanımlamalarına bir tane daha ekliyorlar: Arapçanın yanılsamalarından birinin de, Arapların yaygın olarak paylaştığı ve kendilerinin bir halk olduğu iddiasını içeren bir “mit” olduğunu söylüyorlar. Friedman ve Fouad Ajami gibi uzmanlara göre Araplar sadece gevşek bir kültür ve halk kılığına bürünmüş serseriler takımı ve bayraklı kabileler toplamından ibarettir. Bunun, Filistin’in boş olduğunu, Filistinlilerin orada olmadığını ve tabi ki insan sayılamayacağını savunan Siyonist inançla aynı konuma sahip sanrılı bir Oryantalist yanılsama olduğu söylenebilir. Korku ve cehalet kaynaklı olduğu açıkça ortada olan bu gibi varsayımlara karşı tartışma yürütme ihtiyacı pek fazla hissedilmez.

Ama hepsi bu değil. Araplar gerçeklikle başa çıkmadaki yetersizlikleri, gerçekler yerine retoriği tercih etmeleri, gerçekliğin sade bir anlatımı yerine kendine acımayı ve kendini büyük görmeyi seçerek bunların içinde yuvarlanmaları yüzünden sürekli azarlanmışlardır. Yeni moda, Arapların kendi kendilerini suçlamalarına dair “nesnel” bir açıklama olarak geçen yılın Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı raporuna başvurmak oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu raporun bir sosyal bilimler öğrencisinin, Arapların kendileri hakkındaki gerçekliği anlatabildiklerini kanıtlamak üzere yazdığı bir lisansüstü tezi olmasını ve İbn-i Haldun zamanından günümüze kadar gelen yüzyıllık Arap eleştirel yazınının düzeyinden oldukça düşük durumda olmasını bir kenara bırakın. Belki bütün bunlar da, düşünme biçimlerinin Amerikan faydacılığıyla aynı çizgide olduğunu daha iyi kanıtlamak üzere Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı yazarlarının tasasız bir biçimde görmezden geldiği emperyalist bağlam gibi bir kenara itilmiştir.

Diğer uzmanlar da, genellikle Arapçanın bir dil olarak kesinlik taşımadığını ve herhangi bir şeyi gerçek bir doğrulukta ifade etmek konusunda yetersiz kaldığını söylerler. Bence bu gibi gözlemler ideolojik anlamda tartışma götürmeyecek derecede zararlıdır. Ama bence, Amerikan faydacılığının en büyük başarılarından biriyle, bunun şimdiki liderlerimizin ve yetkililerimizin gerçeklikle ciddi ve gerçekçi olarak nasıl uğraştığını yansıtma biçimi arasında yol gösterici bir karşıtlık arayarak, neyin böyle düşüncelerin gelişmesine yardımcı olduğuna dair bir fikir sahibi olabiliriz. Tartıştığım şeylerin içerdiği imânın çabucak açığa çıkacağını umuyorum. Aklımdaki örnek, Amerika’nın savaş sonrası Irak için planlarıdır. Financial Times’ın 4 Ağustos tarihli sayısında bu konuyla ilgili tüyler ürpertici bir haber bulunuyordu. Bu haberde, Bush yönetimindeki şahin(vâri) yeni-muhafazakârların en güçlülerinden olan, seçimle kazanılmamış resmi makam sahibi iki kişiden bahsediliyordu. Habere göre, İsrail’deki Likud Partisi’yle alışılmadık derecede yakın bağlantıları olan Douglas Leith ve Paul Wolfowitz,Pentagon’da, “Bunun [savaş dönemi ve sonrasının] sadece bir çocuk oyuncağı olacağını [gerçekleştirmek için çok az bir çabanın yettiği bir şeyi anlatan argo bir deyim], Çelebi2 ve Irak Ulusal Konseyi açısından ... 60-90 günlük bir altüst oluş ve müdahalesizlik anlamına geleceğini düşünen bir uzmanlar grubunu yönetiyordu”. Onlara göre, “Böylece Savunma Bakanlığı da bütün işlerden kolayca sıyrılıp; çabuk, pürüzsüz ve hızlı bir şekilde uzaklaşabilecekti. Ve Irak, sonrasındaki istek ve arzularımıza amade, demokratik bir Irak olacaktı. Ve orada gerçekleşecek şeylerin sebebi de buydu.”

Şimdi, savaşın aslında bu amaçlarla yapıldığını ve Irak’ın sadece bu gerçekliği hiç yansıtmayan emperyalist varsayımlar yüzünden işgal edildiğini biliyoruz. Bununla birlikte bir istihbaratçı ve bankacı olarak Çelebi’nin kayıtları da pek iç açıcı sayılmaz. Ve şimdi, Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra Irak’ta neler olduğunun hatırlanması gerekmiyor. Müze ve kütüphanelerin (kesinlikle işgalci kuvvet olarak ABD ordusunun sorumluluğu altında) yağmalanması ve talan edilmesinden, altyapının tamamen çökertilmesine; --her şeyden önce tek ve homojen bir grup olmayan-- Iraklıların İngiliz-Amerikan güçlerine karşı beslediği düşmanlıktan, güvenlik eksikliği ve kıtlığa kadar ve en önemlisi de, Garner, Bremer ve emirlerindeki tüm görevli ve askerlerin savaş sonrası Irak’taki sorunlara etkili bir biçimde eğilme konusundaki sıra dışı insani -“insani” sözcüğünü vurgulamak istiyorum- yetersizliklerine kadar her şey. Tüm bunlar, baştan aşağı yanılsamalarla dolu ve bununla birlikte hatalı bir dile sahip olan Araplar gibi düşük, sahte halkların düşünceleriyle keskin bir zıtlık içinde olması beklenen Amerikan düşünce biçiminin yıkıcı sahte faydacılığına ve gerçekçiliğine birer kanıt oluşturuyor. Durum şu ki; gerçeklik (ne kadar güçlü olursa olsun) ne bir bireyin emrindedir ne de ister istemez bazı halklara ve düşünce yapılarına diğerlerine olduğundan daha yakındır. İnsanlık durumu deneyim ve yorumdan ibarettir ve iktidar bunlara hiçbir zaman tam olarak egemen olamaz: Bunlar aynı zamanda insanlığın tarihteki ortak mülküdür. Wolfowitz ve Leith’in yaptığı korkunç hatalar, küstah bir biçimde kullandıkları soyut ve son olarak da cahil dillerinin yerini daha karmaşık ve uyumsuz bir gerçekliğin almasıyla sonuçlanmıştır. Dehşet verici sonuçlar hâlâ önümüzde duruyor.

İşte bu yüzden, dil ve gerçekliği Amerikan iktidarının ya da sözüm ona Batılı bakış açılarının biricik mülkü haline getiren ideolojik demagojileri artık kabul etmeyelim. Sorunun kaynağı tabi ki emperyalizm; yani, adalet ve gelişme adına dünyayı Saddam Hüseyin gibi şeytani güçlerden kurtarmayı amaçlayan (sonuç olarak banal ve) kendi kendine bahşedilmiş bir görev. Irak’ın işgalinin ve Amerika’nın terörizme karşı savaşının revizyonist gerekçeleri, çökmüş eski bir imparatorluk olan Britanya’dan getirtilip asgari bir memnuniyetle karşılanan ithal mallardan biridir ve söylemi kabalaştırıp, gerçekliği ve tarihi çok tehlikeli bir hızla çarpıtmıştır. Bu gerekçeler, Amerika’da yaşayan ve açık açık şunları diyecek dürüstlükte olmayan Britanyalı gazeteciler tarafından öne sürülmüştür: “Evet; biz üstünüz ve dünyanın neresinde yerli halkların iğrenç ve geri kalmış olduklarını görürsek orada onlara bir ders verme hakkına sahibiz. Peki neden böyle bir hakkımız var? Çünkü 500 yıl boyunca imparatorluğumuzun yönetimi altında tuttuğumuz ve şimdi de Amerika’ya bıraktığımız bu tüylü yerliler kaybettiler: Bizim üstün medeniyetimizi anlayamıyorlar, batıl inançlardan ve bağnazlıktan kurtulamıyorlar, onlar cezayı hak eden, ıslah olmaz tiranlar ve bizler bu işi ilerleme ve medeniyet adına yapmak üzere Tanrı’nın görevlendirdiği kişileriz.” Bu (çok fazla sayıda patrona hizmet vermekten dolayı hiçbir ahlâki değeri kalmamış olan) kaypak basın akrobatlarından bazıları, --açık bir biçimde ifade ettikleri Marksizm karşıtlıklarına ve İngilizce olmayan herhangi bir dil veya bilime dair korkunç bilgisizliklerine rağmen-- bir de Marx’tan ve Alman bilginlerinden kendi yararlarına alıntı yapmayı başarırlarsa ne kadar da akıllı görünürler. Ama nasıl giydirilirse giydirilsin, bu artık dibe vurmuş bir ırkçılıktır sadece.

Sorun, polemikçilerin ve Amerikan iktidarı reklamcılarının hayal ettiğinden daha derin ve ilginç bir sorundur aslında. Bütün dünyada insanlar, bir yandan Amerikan neo-liberalizmi ve “faydacılığı”nın Amerikalı politikacılar tarafından evrensel bir kuralı temsil eder hale getirildiği; ama aslında -- biraz önce verdiğim Irak örneğinde de olduğu gibi--tekrar tekrar düşünmeyi ve değerlendirmeyi gerektiren “gerçekçilik” ve “faydacılık” gibi sözcüklerin ve “laik”, “demokrasi” gibi daha başka sözcüklerin kullanımında her türlü anlam kaymasına ve çifte standarda rastlanabildiği bir düşünce ve lügat devriminin ikilemini yaşıyor. Gerçeklik, “sonuçta bizim etki alanımızda demokratik bir Irak olacak” gibi yavan formüllere kendini teslim edemeyecek kadar karmaşıktır ve çok çeşitlidir. Böylesi muhakemeler gerçeklik sınavından geçemez. Anlamlar, artık, yalnızca bir dil ve bir kültürün işleri etkin bir şekilde yerine getirmenin sırrına sahip olduğu düşüncesinde olduğu şekliyle, bir kültürden diğerine dayatılamaz.

İtiraf etmeliyim Araplar ve Amerikalılar olarak, “biz” ve “bizim” muhakeme, tartışma ve değiş-tokuş yapma biçimimiz hakkındaki birkaç tantanalı slogana çok uzun bir süre izin verdik. Günümüzde çoğu Arap ve Batılı entelektüelin başlıca hatalarından biri --hiçbir tartışma veya ciddi inceleme olmadan ve sanki anlamlarını herkes biliyormuşçasına-- laiklik ve demokrasi gibi terimleri sahiplenmeleridir. Bugün Amerika, dünyadaki en yüksek cezaevi nüfusuna ve en fazla idam cezası uygulamasına sahip olan ülkedir. Başkan seçilmeniz için halkın oyunu almanız değil, 200 milyon doların üzerinde para harcamış olmanız gerekir. Peki bütün bunlar “liberal demokrasi” sınavını nasıl geçiyor?

Bu yüzden, bu tartışma hiçbir şüphecilik olmadan, “demokrasi” ve “liberalizm” gibi birkaç dağınık terim ya da “terörizm”, “geri kalmışlık” ve “aşırılık” gibi sorgulanmamış kavramlar etrafında döndürülmemeli. Bunun yerine kavramların birçok bakış açısına göre tanımlandığı ve her zaman somut tarihsel koşulların içine yerleştirilmiş olduğu, daha talepkâr ve titiz bir tartışma için uğraşıyor olmalıyız. Büyük tehlike, Wolfowitz, Cheney ve Bush tarzındaki “sihirli” Amerikan düşünce biçimlerinin, bütün halklar ve dillerin takip etmesi gereken en yüksek standart olarak kabul ettiriliyor olmasıdır. Benim fikrime göre ve eğer Irak dikkat çekici bir örnekse, gayretli bir tartışma ve derinlemesine bir analiz yapmadan bunun olmasına izin vermemeliyiz ve Washington’un karşı konulamayacak kadar güçlü olduğu inanışı bizi yıldırmamalı. Söz konusu olan Ortadoğu olduğu için tartışmada Araplar ve Müslümanlar, İsrailliler ve Yahudiler eşit katılımcılar olarak yer almalılar. Herkesi buna katılmaya ve değerler, tanımlar ve kültürler alanını mücadelesiz bırakmamaya çağırıyorum. Bunlar kesinlikle az sayıda Ortadoğulu yöneticinin sorumluluğu altında değildir; dahası Washington’daki birkaç resmi görevlinin mülkiyetinde hiç değildir. Yaratılan ve yeniden yaratılan ortak bir insani taahhüt alanı vardır ve ne kadar büyük olursa olsun hiçbir emperyalist tehdit bu gerçeğin üstünü örtemez ve bunu inkâr edemez.





Türkçesi: Deniz Demirtaş

1 Born-again Christian: Derin bir ruhsal deneyim sonucunda belli bir dini, özellikle de muhafazakâr Protestanlığı kabul eden kimse (ç.n.)

2 Irak Ulusal Konseyi Başkanı Ahmed Çelebi 1958 darbesi sonrası Irak'ı terk eden bir ailenin üyesidir. Büyükelçiliği bombalanan Ürdün'de bankacılık yapan Çelebi; müşterilerin parasını zimmetine geçirdiği yolundaki iddialar üzerine yargılanıp mahkum edilince ABD'ye gitti. Saddam yönetimine muhalif tavrıyla tanınan Çelebi, Ağustos ayında gerçekleştirilen ve çok sayıda insanın ölümüne, daha fazlasının da yaralanmasına sebep olan bombalama eyleminden 'önceden' haberi olduğunu açıkladı. Bu açıklama sonrasında ABD basınında Çelebi’ye duyulan güvenin sarsıldığı yolunda yorumlar yayınlandı (ç.n.)

Hiç yorum yok: