Saray sınırsız değil.
Duvarlar, siperler, bahçeler, labirentler, merdivenler, teraslar, korkuluklar, daire ya da dikdörtgen avlular, revaklar, sahanlıklar, sarnıçlar, kabul odaları, odalar, kameriyeler, kütüphaneler, çatıkatları, zindanlar, mühürlü hücreler ve mahzenler, Ganj’daki kum tanelerinden az değiller, ama sayılarının bir sınırı var. Çatılardan, günbatımına doğru, pek çok insan demirhaneleri, işlikleri, ahırlan, tersaneleri ve kölelerin kulübelerini seçebilir.
Sarayın küçücük bir parçasından fazlasını katetmek kimseye bağışlanmamıştır. Bazıları sadece hücreleri bilir. Bazı yüzleri, bazı sesleri, bazı sözleri anlayabiliriz, ama anladığımız en güçsüzüdür. Güçsüz ve aynı zamanda değerli. Keskinin tablete oyduğu ve cemaat sicillerinde kayıtlı olan tarih, bizim ölümümüzden daha sonradır; ne bir söz, ne bir özlem, ne de bir anı, hiçbir şey bize dokunmadığında biz çoktan ölmüşüzdür. Ben ölü olmadığımı biliyorum.
Selâhattin Özpalayıklar
ALTIN VE GÖLGE
6 Mart 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder