RSS

9 Kasım 2017 Perşembe

RAINER MARIA RILKE

ORPHEUS . EURKE . HERMES


Ruhların dipsiz, garip madeniydi bu.
Ve onlar, sessiz gümüş damarları gibi
ilerlerdi bu madenin karanlığında. Arasında
köklerin, insanlığa akan kan fışkırırdı
karanlıkta ağır somaki parçalarınca.
Başka şey yoktu kırmızı.

Ama kayalar vardı,
düşümsü ormanlar. Boşluk üstünde köprüler,
ve bir manzara üstündeki boz, yağmurlu bir gök gibi
uzak yatağının tâ üstünde asılı kalmış
o büyük göl sonra: boz, yansıtmayan.
Ve çimenlikler arasında, yumuşak ve sabırlı,
ağarsın diye serilmiş uzun keten bezince
görünürdü tek yolun ensiz, soluk kesimi.

Onlar işte bu tek yola yaklaşırlardı.

Önde ince uzun er kişi, sırtında göğel üstlük,
önüne bakardı hep, dilsiz bir sabırsızlık içinde.
Adımları yutar, tıkınırdı yolu parça parça
durup çiğnemeden; dökülen kıvrımlardan
elleri sarkardı, ağır ve yumruk yumruk,
canlı çengin artık farkında olmadan:
soluna kök salan çengin,
nasıl sarılırsa gül sarmaşıkları zeytin dalına.
Duyuları bölünmüşe benzerdi: çünkü,
görmesi bir köpek gibi koşarken önünde,
dönüp geri gelir, dinelirken ikide bir,
uzak ve beklerken, yolun öbür dönemecinde -
işitmesi hep geri kalırdı bir koku gibi.
Ona öyle gelirdi ki zaman zaman işitmesi
geri uzardı öbür kişilerin gelişlerine;
bu çıkış yolunu izlese gerekti onlar da.
Derken arkasında bir şey yoktu yine
kendi ayak sesinden, üstlüğünün yelinden başka.
Ama kendini hâlâ geldiklerine inandırırdı;
geliyorlar derdi yüksek sesle, sönmesini dinlerdi sesinin.
Onlar gelirdi hâlâ, yalnız iki kişiydi
yürüyen, korkulu, çekingen. Dönüp
bakabilseydi bir kez (geri bakmak
bu işi bozmak olmasaydı bir,
bu daha bitmemiş) onları görebilirdi besbelli,
kendisini sessizce izleyen iki tez-gidişliyi:
Yolculuk ve uzak haber tanrısı, başında
parlak gözlerini saklayan gezi başlığı,
önünde tuttuğu ince değnek,
hafif çırpınan kanatlar topuklarında;
sol elindeyse, kendisine emanet, k a d ı n .



O, öyle sevgiliydi ki, tek çalgıdan yükselen yas
daha çoktu bütün kadın-yascıların yasından,-
içinde her şeyin bir daha buluştuğu
bir yas dünyası yükselmişti: orman ve vadi
ve yol ve köy, tarla ve ırmak ve hayvan,-
bu yas dünyasının çevresinde dönerdi
bir başka yeryuvarlağının çevresinde döner gibi bir güneş
ve yıldızlarla yüklü, sessiz, bütün bir gök,
biçimsiz yıldızlarıyla bir yas göğüNeutral
O, öyle sevgiliydi.

Ama işte yürürdü tanrıyla elele,

adımları uzun kefeniyle çevrili,
kararsız, usul ve sabırsızlanmadan.
Sarınmış kendine, vakti yakın biri gibi,
ne önlerinde yürüyen adamı düşünürdü,
hayata yükselen yolu ne de.
Sarınmış kendine, gezinirdi. Ölmüşlüğü
onu bir dolgunluk gibi doldururdu.
Tatlılıkla, karanlıkla dolu bir meyve gibiydi
büyük ölümüyle; öyle yeniydi ki bu ölüm,
şimdilik kadın bir şey alamazdı içeri.

Bir yeni kızlığa ermişti,
dokunulmazdı. Akşamın gelmesiyle kapanan
bir çiçek gibi kapanmıştı cinsiyeti.
Solgun elleri karılık etmek alışkanlığından
öyle uzaklaşmıştı ki, ince tanrının
götürürken sonsuz yumuşak değinmesi bile
onu tedirgin ederdi bir aşırı senlibenlilik gibi.

Ozanın şiirlerinde sık sık yansıyan
o sarışın kadın değildi artık;
ne kokusuydu geniş sedirin artık, ne adası,
ne de şurdaki adamındı artık.
Şimdiden uzun saçlar gibi çözülmüştü,
yağan yağmur gibi her yere sunulmuştu,
çok türlü bir azık gibi dağıtılmıştı.

Köktü şimdiden.

Ve birdenbire,
tanrı elinden tutunca, acı bir
çığlıkla söyleyince şu sözleri: «Geri baktı!»
bir şey anlamadı, dedi yavaşça: «Kim?»

Oysa uzakta, parlak yerinde karamsı,
biri dururdu her kimse, yüzü
belli değildi. Durur ve görürdü
nasıl, çimenler arasındaki yol kesiminde,
haber tanrısının, yüzünde acı, sessizce döndüğünü
gitmek üzre ardından o şeklin:
aynı yoldan geri dönmekte olan,
adımları uzun kefeniyle çevrili,
kararsız, usul ve sabırsızlanmadan.


(Çev: A.Turan Oflazoğlu )



İSPANYOL DANSÖZÜ


Eldeki bir kibrit nasıl, ah,
Alev almadan, her yana salarsa
titreyen dillerini -: tıpkı öyle, halkası
içinde yakın seyircilerin, ateşli ve parlak
başlar onun titreyen dansı.

Ve alev kesilir ansızın.
Bakışıyla tutuşturur saçlarını kadın
ve korku bilmez bir sanatla birden
döndürür eteklerini ateş kasırgasına;
çıplak kolları bu yangından dışarı uğrar
ürküp uyanan yılanları andırırcasına.

Ve sonra: sıkıştırınca ateş çepçevre,
kavradığı gibi fırlatır onu yere
pek gururlu, buyuran bir eda ile hem
ve seyreder: ateş kudurmaktadır orda
ve alev alevdir daha, baş eğmez bir türlü.
Ama kadın emindir, üstün geldiğinden;
ve tatlı bir gülümsemeyle kaldırıp yüzünü
söndürür ateşi küçük, sağlam ayaklarla hemen.


(Çev: A.Turan Oflazoğlu )


PANTER


Bakışı, gözlemekten öylesine yorgun ki
parmaklıkları, bir şey tutmaz olmuş artık.
Binlerce parmaklık durur önünde sanki,
dünya yok ötede, yalnız binlerce parmaklık.

Yumuşak gidişi kaygan güçlü adımlarının
en küçük değirmiler boyunca hep dönen,
kudret oyunu sanki çevresinde bir ortanın
ki yaman bir istem uyuşmuş orda hepten.

Yalnız, aralanır gözperdesi zaman zaman
sessizce -. Derken bir görüntü girer de,
geçerek gergin sessizliği arasından
üyelerin, kalır yürekte diner de.


(Çev: A.Turan Oflazoğlu)




MUHAMMED'İN YAKARMASI


Gerçi saklandığı yere, pek yüce olan
girince, o bir bakışta tanınan melek
dimdik, görkemli ve parıltılar salan:
yalvardı, bütün iddialardan vazgeçerek.

izin verilsin diye gezgin kalmasına
eskisi gibi, dalgın tacir olarak yani;
okumuşluğu yoktu, - fazla gelirdi ona,
bilginlere de, görmek sözün b ö y l e s i n i ,

Melekse, buyururcasına, gösteriyordu
levhasında yazılmış olanı yalvarana
gösteriyor ve istiyordu tekrar: O k u .

Okudu o da: öyle ki, melek hayrandı,
Ç o k t a n okumuş denirdi artık ona.
yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.


(Çev: A.Turan Oflazoğlu)



ALKESTİS



Derken ordaydı Elçi birdenbire,
tam düğün şöleni coşkudan kaynarken
atılmıştı yeni bir unsur gibi ortaya.
Cümbüştekiler duymadılar tanrının
gizlice girdiğini; ıslak bir üstlük gibi
sımsıkı sarınmıştı çünkü tanrılığına,
hani kendilerinden biriydi nerdeyse
salondan geçerken. Ama birden,
çene çalan konuklardan biri gördü
salonun genç efendisi nasıl üst masada
kavrandı sanki yukarı doğru; yaslanmıyor artık,
her yerde ve bütün varlığıyla
bir garip ve korkunç isteği yansıtmada.
Ve hemen, karışım durulmuş gibi,
sessizlik oldu: biraz tortusuyla, tam dipte,
bulutlu yaygaranın; ve çöken boşboğazlığın
posasıyla, şimdiden salarak
yavanlaşmış, içi boş kahkahanın kokusunu.
Derken tanıdılar ince tanrıyı;
ve dinelirken orda, iç görevle yüklü
ve yalvarılmaz,- nerdeyse bildiler.
Ama söylenince baktılar ki, bütün bilgilerin
üstünde bu, bütün anlayışın ötesinde.
Admetus ölecek. Ne zaman? Şimdi, bu saat.

O gerçi, kırmaya başlamıştı parça parça
korku kabuğunu; ve durduğu yerden ellerini
uzatırdı pazarlık etmek için tanrıyla.
Yıllar için, hem tek gençlik yılı için,
aylar için, haftalar için, birkaç gün için - ah!

gün değil, geceler için, bir teki için,
bir gece için, yalnız bu gece için: yalnız bu.
Tanrı kabul etmedi; derken o bağırdı,
çığlık çığlığa bağırdı, tutmadı hiç, bağırdı
anası nasıl bağırdıysa doğarken o.

Ve yaklaştı biri, yaşlı bir kadın;
derken babası geldi, yaşlı babası;
ikisi de dururdu, yaşlı, çok eski, umarsız,
bağıran kişinin yanında; o birden, ilk kez böyle
yakından baktı onlara, durdu, yutkundu ve dedi:
Baba,
sence bu çok mu önemli, şu tortu,
şu posa, yutkunurken sana engel olan?
Git, boşalt onu. Ya sen, yaşlı kadın, sen,
Ana,
niye burdasın daha? Doğum yaptın ya.
Ve tuttu onları, sunguluk hayvanlar gibi,
kavradı sımsıkı. Derken bıraktı birden,
itti yaşlıları; parıl parıl, esinlenmiş
ve soluk soluğa, bağırdı: Kreon, Kreon!
ve başka hiç bir şey, yalnız bu ad.
Ama yüzünde bir şey belirdi
dile getirmediği; önermeyi özlerdi bunu,
alı al moru mor, karmakarış masanın
ötesinde duran genç arkadaşa, sevgiliye.
Bak, yaşlılar (işte orda) kurtulmalık olmuyorlar,
yıpranmış onlar ve zavallı ve nerdeyse değersiz,
oysa sen,- başkasın, sen, bütün güzelliğinle -.

Ama artık göremezdi arkadaşını,
geride kalmıştı çünkü. Oydu gelen,

sanki bildiğinden az daha ufaktı,
solgun gelinliği içre hafif ve üzgün.
Ötekiler, sokağından başka bir şey değil onun;
bu sokak boyunca gelir de gelir o (öylesine bir acıyla
uzanmış kollarında olacak kendisinin, çok geçmeden).

O beklerken, konuşur genç kız, ama kendisiyle değil.
Tanrıyla konuşur ve tanrı dinler onu
ve hepsi duyar, sanki, tanrının içinde:

Kimse geçemez onun yerine. Benden başka.
Ben geçerim. Çünkü hiç kimse benim gibi
varmadı her şeyin sonuna. Ne kaldı
o eski benden? Ölmekten başka nedir ki bu?
Sana söylemedi mi, seni gönderen tanrıça,
ki içerde beni bekliyen döşek
ölüler ülkesine adanmıştır? Ben veda ettim.
Veda üstüne veda.
Ölen hiç kimse bundan fazlasını diyemez. Benim gitmem,
şimdi kocam olan erkeğin altında gömülünce,
belki çözülüp gider diyedir bütün bunlar.
Götür beni: şimdiden ölmekteyim onun uğrunda ben.

Ve açık denizlerde değişen bir yel gibi
yaklaştı kadına tanrı, sanki cansız,
kocasından ırayıvermişti birden
ve bir andaca gizlenmiş olarak, fırlattı
ölümlü yüz erkeğin hayatını kendisine.
Şaşkın, sendeliyerek ilerledi genç çifte doğru
ve kavradı düşteymiş gibi. Onlar,
ağlaşan kadınların toplandığı giriş yerine

varmışlardı nerdeyse. Ama tanrı bir daha gördü
genç kızın yüzünü, erkeğe doğru dönen,
umut gibi parlak bir gülümseyişle gülümseyen;
kız sanki söz verirdi: dönecek yine,
büyüdükten sonra, derinliklerinden ölümün,
ona, yaşayana –
..........................Hemen elleriyle genç
kapayıverdi, diz çöküp, yüzünü; görmesindi
başka şey, o gülümseyişten sonra.



Çev: A.Turan Oflazoğlu




RÜZGÂRI SEZİŞ


Açık alanlar ortasında bir bayrak gibiyim.
Sezenim gelişini rüzgârın, savrulmalıyım
döne döne,
Dünyanın derinliklerinde uykularındayken
her şey:
Kapılar usulca kapanıyorken, bacalar
ölüm sessizliğinde,
Henüz titreşmeden pencereler, toz bulutu ağırca
döneniyorken daha.

Tanırım fırtınayı hemen, çalkanırım
denizlerce,
Dört bir yana yayar kendimi, dökülürüm içime,
Fırlarım kendimden bir başıma
O büyük fırtınada.


Çev: M. Mahzun DOĞAN

Hiç yorum yok: